بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ
Tikla>>Terk Edilen İslam

Salı, Ağustos 21, 2007

İslâm ve Cahiliyyet

"Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapın, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."

Çünkü bu ümmete Rabbi tarafından, kendisinin tırmanması yanısıra insanlığı da çıkarması ve bu aydınlık ufku oluşturması görevi de yüklenmişti.

İşte bu, insanlara önderliğinin, otoritenin ve şahitlik görevinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm'ın uygun gördüğü ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle, insanlara birer örnek olma uğrundaki mü'minlerin karşılaşacakları güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri gerekir.

Böylece insanların ilgi duyacakları ve sevecekleri İslam'ın güzel bir- tanıklığı yapılmış olur. Bu zor bir yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle insanların nefsine ağır gelmez. Zaten onlara güçlerinin üzerinde bir şey yüklememiştir.

İslam insanın kızma ve gazaplanma hakkına sahip olduğunu kabul eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık sebebiyle saldırıya geçme hakkını tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve sakınmada yardımlaşılmasını emrediyor. Allah'ın azabı ile korkutuluyor ve sadece O'ndan sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi baskı ve denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı bu duygular ile -Allah'tan sakınıp, hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.

Allah'ın koyduğu yöntemi isteyen İslâm terbiyesi Arapların gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır. Halbuki onlar bu seviyeden ve onu başarmaktan çok uzak idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve edindiği prensip "Zalim de olsa mazlum da kardeşine yardım et" cümlesinde özetlenebilirdi. Araplar, kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve sakınmadakinden daha üstün idi. Yardım anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık üzerine yapılırdı. Cahiliye devrinde hak üzere yeminleşme pek azdır.

Bu Allah'a bağlı olmayan ve gelenekleri ve ahlâkları Allah'ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan bir durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye prensibinde özetlenmiştir "Zulmeden de, zulmedilen de olsa Zalimde, mazlumda kardeşine yardım et." Bu prensibi bir cahiliye şairi bir başka şekilde şöyle dile getirmektedir: "Ben cahiliye kabilesinin bir ferdiyim, Kabilem isyan ederse ben de isyan ederim.O doğru davranırsa ben de doğru davranırım."

Daha sonra müslümanlara "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız, Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." (Maide Suresi, 7) diye seslenmek ve onları eğitmek için Allah'ın belirlediği bir sistem olan "İslâm" geldi.

Bu ilahi sistem, kalpleri Allah'a bağlamak, ahlâk ve değer ölçülerini O'nun ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap olmayan tüm insanlığı cahiliyye kabileciliği ve tarafgirliğinden kurtarıp, dost ve düşmanlar karşısındaki davranışları düzenlerken ortaya çıkacak kişisel reaksiyonları, ailevî ve kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak için geldi. Böylece "insan" Arap yarımadasında yeniden doğmuş oldu. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanan "insan" doğdu. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında "insan"ın yeniden doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni dirilişidir. İslâm öncesi Arap yarımadasında yalnızca "Zulmeden de olsa, zulmedilen de, kardeşine yardımcı ol" şeklindeki fanatik cahiliyye taraftarlığı vardı. Yeryüzünün geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından başkaca bir şey yoktu.

Bu cahiliyye çizgisi ile İslâmî ufuk arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin "yerleşik" zulmeden de olsa zulmedilen de, kardeşinin tarafını tut" prensibi ile Allah'ın "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne büyük bir farktır!

Seyyid Kutup

5-Maide Suresi

1- İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü verir.

2- Ey müminler Allah 'ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı

ile Kâbe yi ziyaret etmeğe gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe ye sokmadılar diye bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı ağırdır.

3- Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinede kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.

Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim

Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.

Kurban edilecek hayvanların cinsleri, kurban yerleri ve zamanları konusundaki tüm bu helâl ve haramlar "sözleşmeler" kapsamına girmekte ve tümü "İman anlaşması"na bağlanmaktadır. Bu "İman anlaşması", müslümanların helâl ve haramları, sadece Allah'tan almalarını, bu hususta başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli kılmaktadır. Bu yüzden, sözün başında onlara "Ey müminler" diye seslenilmiş ve peşi sıra helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir. "İlerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı." Başkaca bir kaynağa veya başkaca bir temele dayanmaksızın, sadece Allah'ın helâl kılmaya ilişkin hükmü ve izni gereğince "haram kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar" dışında kalan ve "bütün hayvanlar" ifadesinin kapsamına giren av ve kurban hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve mubah olmuştur.

"Haram kılınanlar"dan hemen aşağıda bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak, kimi de her yer ve her zamanda haram kılınmıştır. "Behimet'ül en'am", deve, inek ve koyunu içermekte ve bunların -vahşi, inek, yabani eşek ve ceylanlar gibi- vahşilerini de kapsamaktadır.

Sonra bu genel ifadeden bazı istisnalar yapılıyor. İlk istisna, ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: "...İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile..."

Burada haram, ilkin bizzat avcının durumu ile çakışmaktadır. Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın sıradanlığından ve alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah'ın emin yurt kıldığı, harem beytinde O'na yönelinmektedir. Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan vazgeçilmelidir. Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir fıtrattır. Orada, hayatı bağışlayan karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ hissedilir. Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların ve diğer hayvanların avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma sebebi olan geçim zorlukları orada hafifler. Amaç o zaman diliminde hayatın alışkanlık ve bayağılıklarından soyunup bu parlak ve engin ufka doğru yükselmektir.

Surenin akışı, genel helâl hükmünün istisnalarını açıklamaya geçmeden önce bu "sözleşme"yi en büyük "sözleşmeye" bağlıyor ve iman edenlere bu "söz"ün kaynağını hatırlatıyor: "Allah, dilediği hükmü verir" dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği ile hükmetme yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak biri yoktur. O'ndan başka hükmedecek de, hükmünü iptal edecek de yoktur. Bu O'nun dilediğini helal, dilediğini de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.

Ardından, iman edenleri, Allah'ın haramlarını helal kılmaktan sakındıran bir sesleniş geliyor: "Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sebeblerine, yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kâbe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz..."

Burada "Allah'ın ibadet amaçlı sembolleri" ifadesinin hemen akla gelen en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac ya da Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü'l Haram'a getirdiği kurbanlığı kesene değin, haram olan şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi içinde bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada onları ihlal etmek, bu "sembolleri" koyan Allah'ın haram kılmasını küçümsemektir. Çünkü Kur'an'ın konusal sıralanışı, bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu kuralların tümünü Allah'a bağlıyor.

Haram aylar, Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem'dir. Allah bu aylarda savaşmayı haram kılmıştır. Araplar İslâm öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman kimi kahinlerinin ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin isteği üzerine bu ayları başka bir yıla ertelerlerdiler.

İslâm gelince, Allah bunların haramlığına hükmetti ve bu haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:

"Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır. İşte bu, dosdoğru dindir." (Tevbe Suresi, 36)

Ardından İslâm, ayların ertelenmesinin küfürde ileri gitme olduğunu ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki hüküm, Allah'ın emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların haramlığını gözetmeyen düşmanların, bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve onları müslümanlara karşı kolayca zafer kazanacağı uygun bir ortam elde etmemeleri için, o aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında, müslümanların da karşı koyma hakları vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda savaşın hükmünü Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır. "Kurbanlık"; Kâbe'yi ziyaret edenlerin Hacc ve Umresini bitirdiğinde kesmek üzere yanında getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı kesmekle sona erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir. Helâl sayılmamasının anlamı, henüz vakti gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık "Hacc"da kurban günü, "Umre"de ise, Umrenin bitiminde kesilebilir. Kurban eden, derisinden, yününden ve diğer uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz, tamamını fakirlere dağıtır.

"Gerdanlıkları (kelaid), sahipleri tarafından Allah'a adandıklarının bir belirtisi olarak, boyunlarına işaretler takılan hayvanlardır. Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları vakitte kesilene kadar otlağa salınır. Allah'a sunulduklarının belirtisini taşıyan ve kesilecekleri vakte kadar serbest bırakılan hediye kurbanlıklar bu sınıfa girer.

Bu işaretli adakları belirlendikten sonra, amacı dışında kullanmak haramdır. Adandıkları amaç dışında kesilemezler. Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve herhangi bir tehlikeden korunmak isteyen kişinin kendisine taktığı işaretlere denir. Bu işaretler, haram bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu kişiler hiçbir düşman saldırısının olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar. Bu görüşün taraftarları bunun, daha sonra gelen "Başka birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine baş aşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir." (Nisa Suresi, 91)

"Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 28) ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.

"Gerdanlıklar" Allah'a adak olarak işaretlenen hayvanlardır" şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve Umrede kesmek için belirlenen armağan kurbanlardan bahsedildikten sonra söz konusu edilmektedir. Böylece yüce Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret ve Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek Beytü'l Haram'a yönelen, Rablerinin nimetini ve hoşnutluğunu arayarak Haram'ın güvenliği altına almış ve Beytü'l Haram'da onlara "Eman" vermiştir. Daha sonra, ihramdan çıkıldığında ve haram bölgesi dışında avlanma helal kılınıyor. Beytü'l Haram'da avlanma ise yasaktır. "İhram'dan çıkınca avlanabilirsiniz" Allah haram ayları "Güvenlik süresi" yaptığı gibi, Beytü'l Haram'ı da "Güvenli yer" kılmıştır. Orası, insanların, hayvanların, kuşların ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir güven olan bu eman, bu ümmetin babası Hz. İbrahim'in duasının karşılığı olarak, Beytullah'ın etrafını kuşatır. Her yılın tam dört ayı, insanların tadım, doygunluğunu ve güvenliğini hissettiği bir barış dönemi olarak İslâm'ın gölgesindeki tüm yeryüzünü bu "mutlak güven ortamı" kaplar. Bu; güven ortamını gerçekleştiren şartların sağlanmasına istekli olunsun, Allah'ın söz ve anlaşması her yıl periyodik olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu haremde ve güvenlik bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma yapanları anlaşmalarını yerine getirmeye ve onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin kişisel duygu ve düşünceler ile tereddütlerin etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları, daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların ruhlarında derin yara ve acılar bırakmış ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış olmasına rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman ümmetin görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi, kendi büyüklüğüne yaraşır bir görevdir.

Fizilalil Kuran

Müşriklere Karşı Tavır

Ayetlerin akışı, olağanüstü evrenin görkemli sahnelerinde yeralan ilahi kudretin kanıtlarını sunmada bu kesin ve sonuca bağlayıcı noktaya varınca, hitabı Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiyor, müşriklere ve tartışmalarına aldırış etmeden kendi yolunu izlemesini istiyor. Yüce Allah'ın kendisi için seçtiği tebliğ etmesi ve bizzat kendisinin de uyması zorunluluğunu getirdiği hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına, dillerine dolamalarına fırsat vermemesini istiyor.

67- Biz her ümmet için uygulayacakları ayrı ibadet biçimleri belirledik. O halde müşrikler bu konuda seninle kesinlikle tartışmamalıdırlar. Sen insanları Rabb'ine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın.

68- Eğer onlar seninle tartışmaya girerlerse de ki; "Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir. "

69- "Allah, kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz konulara ilişkin hükmünü verecektir. "

70- Allah'ın gökte ve yerde bulunan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Bunların hepsi (O'nun katındaki) bir kitapta kayıtlıdır. Bu, Allah için kolay bir iştir.

Her toplumun kendine özgü bir hayat tarzı, düşünce ve yaşam biçimi, inanç sistemi ve yöntemi vardır. Bu sistem de yüce Allah'ın etki ve tepkileri doğrultusunda karakterleri ve kalpleri yönlendirmede uyguladığı yasalara boyun eğmektedir. Bu yasalar değişmez, her zaman yürürlükte olan, son derece titiz ve ince ayarlanmış yasalardır. Hidayete erdirici belgelere, evrene ve insanın iç dünyasına yerleştirilen kanıtlara kalbini açan bir ümmet, bir toplum, Allah'ı bilmeye ve O'nun buyruklarına uymaya zorlayan evrensel yasaları algılamak suretiyle Allah'ı bulmuştur. Ama kalbini bu belgelere ve kanıtlara kapalı tutan bir ümmet sapık bir ümmettir, doğru yola ve doğru yola erdirici belgelere karşı çıktığı oranda sapıklığı artan bir ümmettir.

Böylece yüce Allah her ümmete, yerine getirilecek bir ibadet biçimi, uyulacak bir hayat sistemi belirlemiştir. Şu halde Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerin demogojileri ile uğraşmasına bir neden yoktur. Çünkü onlar kendi istekleri ile doğru yola götürücü yol işaretlerini görmezlikten gelip sapıklığa ileten yol işaretlerine uyuyorlar. Bu yüzden yüce Allah, Peygamberine -salât selâm üzerine olsun- müşriklerin kendi işini dillerine dolamalarına, hayat sistemi hakkında kendisi ile tartışmalarına fırsat vermemesini emrediyor. Aynı zamanda müşriklerin sataşmalarına, kendi hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına aldırış etmeden kendisi için belirlenen hareket metodunu izlemesini emrediyor. Çünkü doğru hayat sistemi kendisinin uyduğu hayat sistemidir.

"Sen insanları Rabb'ine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın."

Şu halde Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendi hayat sistemine, kendi hareket yöntemine dosdoğru uymaya baksın. Kendi hayat sistemine dosdoğru uyması, doğru yolda olduğunun belirtisidir. Eğer insanlar kendisiyle tartışmak istiyorlarsa sözü kısa tutmalıdır. Zaman ve emek kaybetmeye gerek yoktur çünkü.

"Eğer onlar seninle tartışmaya girerlerse de ki; `Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir."

Gerçeği öğrenmek isteyen, kanıtlar elde ederek gerçeği araştıran, dolayısıyla doğru yolu bulmaya yatkın kalplerle yapılan tartışma yerinde bir davranıştır. İç ve dış alemlerde yer alan ve bir çoğu gözlerin ve kalplerin yararına sunulan bunca belgeye ve bunca kanıta rağmen büyüklük taslayan, sapıklıkta ısrar eden gönüllerle tartışmaya girmek doğru değildir. Onların durumunu Allah'a bırakmak gerekir. Yüce Allah ibadet biçimleri ve hayat sistemleri ile bunların izleyicileri arasındaki sorunu kesin olarak çözümleyecektir.

"Allah, kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz konulara ilişkin hükmünü verecektir."

Bu hükümü, hiç kimse tartışma konusu yapamaz. Çünkü o gün tartışmaya yer yoktur. İnsanların görüş ve inanç ayrılıklarını kökten çözümleyen bu son hükme karşı çıkmak mümkün değildir.

Yüce Allah eksiksiz bir bilgiye dayanarak hükmeder. Hiçbir sebebi, hiçbir kanıtı gözardı etmez. Davranış ve bilinç planında meydana gelen hiçbir hareket O'na gizli kalamaz. Gökte ve yerde olan her şeyi bilen O'dur. Herkesin hareketlerini ve niyetlerini bilgisiyle kuşatmıştır:

"Allah'ın gökte ve yerde bulunan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Bunların hepsi (O'nun katındaki) bir kitapta kayıtlıdır. Bu, Allah için kolay bir iştir."

Gökte ve yerde olan hiçbir şey yüce Allah'ın eksiksiz bilgisine gizli değildir. O'nun bilgisi, unutturan ve silen etkenlerden etkilenmez. Bu, her şeye ait bilgileri kapsayan, içeren bir kitaptır.

İnsan aklı, gökte ve yerde bulunan bazı şeyleri düşünmekle -yalnızca düşünmekte- gözlemlenebilen alemde ve vicdan aleminde yeralan bunca nesneyi ve şahısları, davranış ve niyetleri, düşünce ve hareketleri kuşatan Allah'ın ilmini tasavvur etmekte bile yetersiz kalır, acze düşer. Ama bütün bunlar, Allah'ın gücü ve ilmi karşısında gayet basit şeylerdir:

"Bu, Allah için kolay bir iştir."

Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerin kendi dosdoğru hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına fırsat vermemesini emrettikten sonra, müşriklerin hayat sistemlerindeki yamukluğu, zayıflığı, bilgisizliği ve hakka zulüm etme savına dayanmışlıyı ortaya koyuyor. Bu yüzden onların Allah'ın yardımından ve desteğinden yoksun olduklarını, dolayısıyla zaferden yoksun kalacaklarını vurguluyor

71- Müşrikler, Allah'ı bir yana bırakarak haklarında hiçbir destekleyici delil indirilmemiş ve mahiyetlerine ilişkin hiçbir şey bilmedikleri sözde ilahlara tapıyorlar. Zalimler hiçbir destekçi bulamazlar.

Gücünü Allah'dan almadıktan sonra hiçbir rejimin, hiçbir kanunun gücü yaptırımı olmaz. Yüce Allah bir şeye kendi katından güç, kuvvet vermemişse o iş zayıftır, basittir. Gücün temel unsurlarından yoksundur.

Şu müşrikler de putlardan, heykellerden ya da insan veya şeytanlardan birtakım düzmece tanrılara kulluk ediyorlar. Halbuki bu düzmece tanrılara yüce Allah kendi katından hiçbir güç vermemiştir. Bu yüzden güçten yoksundurlar. Üstelik müşrikler bu düzmece tanrılara, kendilerini ikna eden bir bilgi ve kanıt sebebiyle de kulluk etmiyorlar. Sadece kuruntulara ve hurafelere uyuyorlar. Sığınabilecekleri bir yardımcıları da yoktur. Her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ın yardımından yoksundurlar.

Şaşırtıcı olan Allah'ı bir yana bırakıp kendilerine hiçbir güç, hiçbir yetki indirilmeyen varlıklara kulluk etmeleri ve bu konuda hiçbir bilgiye de sahip olmamalarına rağmen, hak çağrısına kulak vermemeleri, yapılan çağrıyı kabul etmek amacı ile düşünmemeleridir. Üstelik günahlarından dolayı gurura kapılmaları ve nerdeyse kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan kimsenin üzerine atılıp parçalayacak gibi olmalarıdır.

72- Kâfirlere açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda içlerinde kabaran öfkeyi ve nefreti yüzlerinden okuyabilirsin. Neredeyse ayetlerimizi okuyanların üzerlerine çullanacak gibi olurlar. Onlara de ki; "Size bu öfkenizden daha kötüsünü haber vereyim mi?: Cehennem ateşi! Allah onu kâfirler için hazırladığını bildirmiştir. Ne kötü bir akıbettir o!"

Onlar kanıta kanıtla karşılık vermiyorlar, delili delille çürütmüyorlar. Kanıt karşısında çaresiz kalınca, delile yenik düşünce kaba kuvvete, saldırganlığa başvuruyorlar. Bu, tağutların değişmez özelliğidir. Ruhlarında bir inatçılık vardır. Saldırgan bir karaktere sahip olurlar. Gerçek söze kulak vermezler, Çünkü onlar bu sözü kaba kuvvetle savunmaktan başka ellerinden bir şeyin gelmediğini çok iyi bilirler.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim onlara tehditle, azapla karşılık veriyor: "De ki; `Size bu öfkenizden daha kötüsünü haber vereyim mi?"
Bu inkarcı tavrınızdan, bu saldırgan karakterinizden, daha kötüsünü haber vereyim mi? "Cehennem ateşi." Bu, saldırganlığa ve inkarcılığa son derece uygun bir cevaptır.

Sonra yüce ufuklardan tüm insanlara yönelik, genel ve kulakları çınlatan bir duyuru yer alıyor. Düzmece tanrıların, insanların Allah'ı bir yana bırakıp ibàdet ettikleri tüm sahte tanrıların ne kadar zayıf oldukları duyuruluyor. Bunlar arasında şu zalimlerin yardım istedikleri, şu despotların dayandıkları düzmece tanrılar da yeralıyor. Bu düzmece tanrıların zayıflıkları gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu, somut bir örnekle duyuruluyor. Son derece canlı, hareketli gözlerin vé kalplerin rahatlıkla algıladıkları bir sahnede tasvir ediliyor.. Bu sahne, o düzmece tanrıların zayıflıklarını oldukça aşağılayıcı bir tarzda canlandırıyor. Bu haliyle sahne göz kamaştırıcı bir örnek niteliğinde beliriyor.

73- Ey insanlar, size bir örnek verildi, şimdi onu dinleyiniz: Allah'ı bir yana bırakarak yalvardığınız sözde ilahlar var ya, onların hepsi biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Buna karşılık eğer sinek onların vücudundan son derece küçük bir parça kapıp götürse onu, onun ağzından geri alamazlar. Demek ki kovalayan da aciz, kovalanan da!

Bu, evrensel bir çağrıdır. Gür sadalı bir duyurudur bu. "Ey insanlar."

İnsanlar bu çağrıya koşup taşlandıkları zaman genel bir örnekle karşı karşıya oldukları duyuruluyor. Bu, özel bir durum ya da beklenmedik bir münasebet değildir. "Size bir örnek verildi, şimdi onu dinleyiniz." Bu örnek bir yasa koyuyor, bir gerçeği vurguluyor.

"Allah'ı bir yana bırakarak yalvardığınız sözde ilahlar var ya, onların hepsi biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar." Allah'ı bir yana bırakıp da putlardan ve heykellerden, şahıs ve değerlerden ya da rejimlerden yalvarıp yakardığınız, Allah yerine yardım istediğiniz düzmece tanrıların tümü "Biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar."

Sinek küçücük zayıf bir yaratıktır: Ama bu düzmece tanrılar, biraraya gelseler birbirleriyle yardımlaşsalar bile bir sinek yaratamazılar. Bir sineği yaratmak, bir fiil, bir deve yaratmak gibi imkânsızdır. Çünkü sinek de o esrarengiz sırrı, hayat sırrını içermektedir. Bu bakımdan sineğin yaratılışının imkânsızlığı devenin ya da filin yaratılışının imkânsızlığı ile eşittir. Kur'anın olağanüstü ifade tarzı örnek olarak küçücük, zayıf sineği seçiyor. Çünkü bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir deveyi ya da fiili yaratamamanın verdiği eziklikten daha derin ve insan üzerinde daha büyük etki bırakır. Ama bu gerçek ayette doğrudan ifade edilmiyor. İşte bu da Kur'anın olağanüstü ifade tarzının göz kamaştırıcı örneklerinden biridir Ardından bu aşağılayıcı zayıflığı belirginleştirmek için daha geniş bir adım atılıyor.
"Buna karşılık eğer sinek onların vücudundan son derece küçük bir parça kapıp götürse onu onun ağzından geri alamazlar." İster put olsun, ister heykel olsun, ister şahıs olsun, bu düzmece tanrılar sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi geri alamazlar. Nice güçlü insanlar vardır ki, kendisini ısırıp kaçan sineğe engel olamazlar. Burada sinek özellikle seçilmiştir, çünkü küçücük ve zayıftır. Sinek aynı zamanda en tehlikeli hastalıkların mikrobunu taşıyan, insanın en değerli organlarını alıp götüren bir varlıktır. İnsanın gözlerini, organlarını, hayatı ve ruhları alıp götürür. Sinek, verem, tifo, dizanteri ve ophtalmi denen göz hastalığı mikrobunun taşıyıcısıdır. Bu zayıflığına ve küçüklüğüne rağmen insandan bir daha geri getirilmesi mümkün olmayan şeyleri alıp götürür.

Bu da Kur'anın olağanüstü ifade yönteminin kullandığı bir diğer gerçektir. Şayet "Bir yırtıcı hayvan onlardan bir şey kapıp götürseydi bunu geri alamazlardı" denseydi, bu ifade zayıflıktan çok güçlülüğü vurgulayacaktı. Sonra yırtıcı hayvan sineğin insandan alıp götürdüğü şeyden daha büyük şeyler kapıp götürmez. Ama gerçekten Kur'anın ifade tarzı olağanüstüdür.

Bu tasvirli ve canlı örnek şu değerlendirme ile bitiyor. "Demek ki kovalayan da aciz, kovalanan da."

Bu değerlendirme cümlesi verilen örneğin etkisini, gönüllere ve bilinçlere verdiği mesajı pekiştirmek amacı ile yeralıyor. Hem de en uygun şartlarda... Bilinçlerde düzmece tanrıların zayıflığı, onur kırıcı basitliği canlanmışken Allah, son derece kötü değerlendirmelerine yönelik kınayıcı bir üslupla, yüce Allah'ın dilediğini yapan gerçek gücü sunuluyor ve O'nun gerçek ilah olduğu vurgulanıyor.

74- Onlar Allah'ın ululuğunu gerektiği gibi kavrayamamışlardır. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve üstün iradelidir.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü onlar, biraraya gelseler bile bir sinek yaratamayacak olan güçsüz, zavallı düzmece tanrıları O'na ortak koşuyorlar. Bu düzmece tanrıların sinek yaratmaları bir yana, sinek kendilerinden bir şey kapıp götürse onu bile geri alamazlar.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Onlar yüce Allah'ı gücünün eserlerini, yarattıklarının sahip oldukları gözalıcı güzellikleri gördükleri halde, basit bir sineği bile yaratamayan kimseleri O'na ortak koşuyorlar.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ı bırakıp, sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi, geri almaktan aciz, çaresiz düzmece tanrılardan yardım istiyorlar.

Hiç kuşkusuz bu ifade, titreyip boyun eğmeye uygun bir ortamda bir gerçeği vurgulayan ve yerleştiren bir ifadedir. Burada yüce Allah'ın güçlü ve üstün olduğundan söz ediliyor ve O'nun peygamberlerine gönderdiği elçileri melekler arasından, insanlara gönderdiği elçileri de insanlar arasından seçtiği ve bu seçimin bir bilgiden, bir kudretten kaynaklandığı dile getiriliyor.

75- Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.

76- O, onların önlerindekileri (geleceklerini) de bilir, arkada bıraktıklarını (geçmişlerini) de. Olup biten her şeyin son mercii O'dur.

Meleklerin ve peygamberlerin seçimi her şeye gücü yeten, her şeyden üstün cenabı Allah'dan kaynaklanmaktadır. Her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün zat tarafından gönderilmiştir Hz. Muhammed. Kendisini seçen ve kendisini seçkin kılan her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan zatın verdiği bir yetkiyle gelmiştir. Şu zayıf çaresiz, beceriksiz ve gülünç düzmece tanrılara güvenip dayananlar onun gibi olabilirler mi?..

"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür." "O işitir, görür ve bilir.
"O, onların önlerindeki (geleceklerini) de bilir, arkada bıraktıklarını (geçmişlerini) de." Bu, kapsamlı ve eksiksiz bir bilgidir. Görülen-görülmeyen, uzak-yakın, hiçbir şey bu bilginin dışında değildir. "Olup-biten her şeyin son mercii O'dur.
Son hüküm O'nun elindedir. Egemenlik ve planlama O'nun tekelindedir.
Müşriklerin dini sembollerindeki temelsizliğin ve zayıflığın, ibadetlerdeki eksiklik ve bilgisizliğin ortaya çıktığı bu noktada, hitap müslüman ümmete yöneltiliyor ve davasının yükümlülüklerini yerine getirmesi, köklü ve sağlam hayat sistemine sağa sola sapmadan uyması isteniyor.

77- Ey insanlar, ruküa varınız, secde ediniz, Rabb'inize kulluk ediniz ve iyi işler yapınız ki, kurtuluşa ve mutlu sona eresiniz.

78- Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz. O sizi bu görevi yapmak üzere seçti. Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi. Atanız İbrahim'in dinidir bu. Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur'anda "müslüman" olarak adlandırdı. Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır. Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı bağlanınız. Sizin efendiniz, koruyucunuz O'dur. O ne güzel efendi ve ne güzel destekleyicidir!

Bu iki ayette yüce Allah'ın bu ümmet için belirlediği hayat sisteminin temel unsurları biraraya getiriliyor. Bu ümmetin yerine getirmesi zorunlu olan yükümlülükleri özetleniyor, kendisi için öngörülen mevki belirleniyor ve yüce Allah'ın dilediği sisteme uyduğu sürece geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğe doğru uzanmış kökleri sağlamlaştırılıyor.

Önce, mü'minlerin ruku ve secde etmelerine ilişkin emirle başlıyor ayetler. Bunlar namazda yeralan temel ve belirgin hareketlerdir. Namazı belirgin bir tabloya dönüştürmek için onun yerine ruku ve secde dile getiriliyor. Böylece namaz ifade içinde açık bir harekete dönüşüyor. Hareketli bir sahne, gözle görülen bir ibadet biçimi olarak çiziliyor. Çünkü bu tür bir ifade tarzı daha etkin ve duyguları harekete geçirme bakımından daha güçlüdür.

Ardından ibâdet etmeye ilişkin genel bir emir yeralıyor. Bu ise, namazdan daha kapsamlıdır. Çünkü Allah'a ibadet etmek, bütün farzları kapsar, bunun yanında kişinin Allah'a yöneldiği her davranışı, her hareketi, her iç yönelişi içine alır. Kalp Allah'a yöneldiği zaman insanın her hareketi hayatta ibadete dönüşebilir. Hatta insanın hayatın nimetlerinden aldığı lezzetler bile en ufak bir ilgi ile insanın iyilik hanesine yazılan ibadetlere dönüşür. Bu nimetleri veren Allah'ı anmaktan ve bu hareketle O'na itaat etmeye, o'na kulluk etmeye niyet etmekten başka bir şey yapması gerekmiyor. Bunu yapmakla her şey ibadete, sevap hanesine yazılan iyiliğe dönüşür. Aslında işin özünde bir değişiklik olmuş değildir. Değişen amaç ve niyettir.

Son olarak namaz ve ibadet şeklinde somutlaşan kul ile Allah arasındaki ilişkilere değinmenin ardından insanlar arası ilişkilerde iyiliğin gözetilmesine ilişkin genel kurallar yeralıyor. Belki kurtulurlar diye müslüman ümmete bu ilkeyi yerine getirmeleri emredilmektedir. Evet bunlar insanın kurtuluşunu sağlayan nedenlerdir. İbadet insanı Allah'a bağlar, böylece hayatı sağlam bir temele, sonuca götürücü bir yola dayanmış olur. İyilik yapmak da hayatın dengeli bir şekilde yürümesine, imân temeline ve niyetin temizliğine dayalı bir toplumsallığa, hayatın biçimlenmesine kaynaklık eder.

Müslüman ümmet, Allah'a bağlılığı ve hayatının dengeliliği bakımından bu düzeye ulaşınca, hem vicdanı, hem de hayatı doğru bir yön izler, dengeli bir nitelik kazanır. "Allah rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

Bu, ince genel ve kapsamlı bir ifadedir. Son derece önemli bir yükümlülüğü tasvir etmektedir. Bu yükümlülük, bunca meşakkati, bunca hazırlığı, bunca donanımı gerektirecek kadar önemlidir. "Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

Allah yolunda cihad, genel bir yükümlülüktür. Düşmanla cihadı, nefisle cihadı, kötülük ve bozgunculukla cihadı, hepsini birden kapsar. "Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

O bu önemli emaneti yüklenmeniz için sizi tercih etti. Kulları arasında bu görev için sizi seçti: "O sizi bu görevi yapmak üzere seçti.

Bu seçim sorumluluğu daha da arttırmaktadır. Bu görevi boş vermeye, bu sorumluluktan kaçmaya imkân bırakmıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği bir lütuftur. Bu lütfa, şükrederek, görevlerini gereği gibi yerine getirerek karşılık vermeleri gerekir.

Bu yükümlülük Allah'ın rahmeti ile kuşatılmıştır. "Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi."

Bu dinin öngördüğü tüm yükümlülüklerde, yerine getirilmesini istediği tüm ibadetlerde, belirlediği tüm kanunlarda insanın fıtratı ve gücü gözönünde bulundurulmuştur. Bütün bunlar insanın fıtratına cevap verecek nitelikte olmaları, insanın enerjisini harekete geçirecek mahiyette olmaları, bu enerjiyi kalkınma ve yükselmeye yöneltecek özelliklere sahip olmaları, insanın enerjisini sıkıştırılmış buhar gibi hapsetmemeleri ya da ne yaptığını bilmez hayvanlar gibi başıboş salıvermemeleri gözönünde bulundurulmuştur.

Bu sistem insanlığın geçmişinin derinliğine kök salmış, sağlam bir sistemdir. Bu sistem geçmişle şimdiki zamanı birbirine bağlar. "Atanız İbrahim'in dinidir bu."

Bu, tevhid kaynağıdır. Halkaları Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- döneminden bu yana birbirine bağlı olarak sürüp gelmektedir. Bu bağlılık hiçbir yerde kesilmez. Hz. İbrahim'den sonra gelen peygamberler arasındaki boşluklar gibi inancın işaretlerinin kaybolduğu boşluklar bu bağlılığın kopmasına neden olmaz.

Yüce Allah bu muvahhid (yani Allah'ın tek ilah olduğunu kabul eden) ümmeti müslüman diye adlandırmıştır. Bu ümmeti daha önce de böyle adlandırmıştır, Kur'anda da böyle adlandırmıştır.

"Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur'anda `müslüman' olarak adlandırdı." İslâm, yüz ve kalbin tek ve ortaksız olan Allah'a teslim olması demektir. Müslüman ümmet, kuşaklar boyu, gelmiş geçmiş peygamberler ve gönderilen dinlerden bu yana hep bir sisteme uymuştur. Bu durum Hz. Muhammed'in salât ve selâm üzerine olsun- ümmetine, emanetin ona teslim edilmesine, insanlığın önderliğinin onun eline verilmesine kadar sürmüştür. Böylece yüce Allah'ın dilediği şekliyle bu ümmetin geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği birbirine bağlanmıştır.

"Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır." Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu ümmete şahitlik etmektedir, onun hareket metodunu ve yönelişini belirlemektedir, doğrusunu, yanlışını belirlemektedir. Bu ümmet de aynı şekilde diğer insanlara şahitlik etmektedir. Bu da, peygamberinden sonra insanlığı yönetmesi, şeriatının öngördüğü ölçülerle onlara önderlik etmesi, onları eğitmesi, evren ve hayat hakkındaki düşüncelerini şekillendirmesi anlamına gelir. Kuşkusuz bu da ancak, köklü, sağlam bağlarla geçmişe bağlı ve Allah tarafından seçilmiş sistemlerine güvenmeleri ile mümkün olur.

Kuşkusuz bu ümmet, bu ilahi sisteme sarıldığı ve pratik hayatında uyguladığı sürece insanlığa önderlik yapmıştır. Ama bu sistemden saptığı ve yükümlülüklerini yerine getirmediği zaman yüce Allah onu önderlik makamından, kafilenin sonunda kuyrukluk düzeyine indirmiştir ve halâ da öyledir. Yüce Allah'ın kendisi için seçtiği bu sorumluluğu yeniden yüklenmediği sürece de hep böyle kalacaktır.

Bu sorumluluk düşünce ve hareket yoğunluğunu, her türlü hazırlığı gerektiren bir sorumluluktur. Bu yüzden, Kur'an namaz kılmalarını, zekât vermelerini, Allah'a sarılmalarını emrediyor.

"Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı bağlanınız. Sizin efendiniz, koruyucunuz O'dur. O ne güzel efendi ve ne güzel destekleyicidir!" Namaz, güçsüz ve fani kişinin güç ve azığın kaynağına bağlanmasıdır. Zekât da toplumu birbirine bağlamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarını giderip bozgunculuğu önleyen bir işlevi yerine getirmektedir. Allah'a sarılmak ise, kul ile Rabb arasındaki kopmak nedir bilmeyen sağlam bir kulptur.

Bu hazırlıklar sayesinde bu ümmet yüce Allah'ın kendisi için seçtiği insanlığa önderlik görevini yerine getirebilir. İnsanların yeryüzündeki gücün kaynağı olarak bildikleri maddi enerji ve zenginlik kaynaklarından kaynaklanabilir. Kur'an-ı Kerim müslüman ümmetin bu özelliğini kulak ardı etmiyor, tersine onu bu göreve hazırlanmaya çağırıyor. Ama, tükenmez güç, enerji ve azıkları toplaması şartıyla. Bütün bunlara ancak Allah'a inananlar sahip olabilirler, bunlarla hayatı iyiliğe, doğruluğa ve yüceliğe yöneltirler.

Bu ilahi sistemin değeri, insanlığı adım adım şu yeryüzünde kendisi için belirlenen kemal olgunluk düzeyine doğru götürmesindedir. Hayvanlarda olduğu gibi insanlığı sırf birtakım lezzetlere ve nimetlere yöneltmekle yetinmez.

Kuşkusuz yüce insanlık değerleri maddi hayatın yeterliliğine dayanırlar, ama bu ilk basamakta durmamalıdırlar. Aynı şekilde İslâm insanlık için dosdoğru önderliğin himayesinde, Allah'ın sistemine dayalı, O'nun gölgesinde dengeli bir hayat öngörmektedir.

HAC SURESİNİN SONU .

Fizilalin Kuran.

Şeytanın Tuzakları

Peygamberleri aracılığı ile insanlara sunduğu mesajını yalanlayanların yalanmalarından, fonksiyonun yerine getirmesin diye yoluna barikat kuranların barikatlarından, engelleyenlerin engellemelerinden koruyan Allah, onu şeytanın komplosundan, peygamberlerin beşeri özelliklerinden kaynaklanan eğilimlerini kullanarak ona müdahale etme girişimlerinden de korur... Peygamberler şeytanın hilelerine karşı korunmuşlardır. Ne var ki, onlar da insandırlar. Davalarının çabuk yayılması, kısa zamanda zafere ulaşması, yolundaki engellerin bertaraf edilmesi gibi istekler uyanabilir içlerinde. İşte şeytan bu istekleri kullanarak davet hareketini temel prensiplerinden ve ölçülerinden uzaklaştırma girişimlerinde bulunur. Ama Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır, davasını korur, peygamberlerine davasının temel prensiplerini ve ölçülerini gösterir, ayetlerini tutarlı ve anlaşılır kılar, davanın değerlerine ve ölçülerine ilişkin tüm kuşkuları bertaraf eder.

52- Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerini mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında gidererek arkasından ayetlerini pekiştirdi. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

53- Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır.

54- Diğer bir amaç, kendilerine bilgi verilenlerin, Kur'anın Rabb'inin gönderdiği bir gerçek olduğunu anlayarak ona inanmaları, ona karşı yürekten saygı duymalarıdır. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola iletir.

Bu ayetlerin indiriliş nedenlerine ilişkin birçok rivayet vardır. Birçok tefsir bilgini de bu rivayetlere değinmiştir. Bu konuda İbn-i Kesir, tefsirinde şöyle der: Bu rivayetlerin tümünün rivayet zincirinde bir kopukluk var. Rivayet zinciri açısından sahih olanına rastlamadım. Kuşkusuz en iyisini Allah bilir."

Bu rivayetler arasında en ayrıntılısı ise, İbn-i Ebi Hatem'in rivayetidir. Şöyle der İbn-i Ebi Hatem. "Bana Musa b. Ebu Musa el-Kufı anlattı, ona da Muhammed b. İshak eş-Şibi anlatmış, ona da Muhammed b. Felic Musa b. Ukbe'den, o da İbn-i Şihab'dan anlatmış: Necm suresi indiği zaman, müşrikler şöyle diyorlardı: Eğer bu adam tanrılarımızı iyilikle anacak olursa, biz de onu ve arkadaşlarını sakince dinleriz. Ne var ki, o dinine karşı çıkan yahudi ve hristiyanlara bizim tanrılarımızı kötüleyip dil uzattığı gibi sataşmıyor." Arkadaşlarının uğradığı eziyetler ve müşriklerin yalanlamaları Peygamberimize -salât selâm üzerine olsun- ağır geliyordu. Müşriklerin sapıklıkta direnmelerine de üzülüyordu. Bu yüzden doğru yolu bulmalarını çok istiyordu. Yüce Allah Necm suresinde şöyle buyurmuştu:

"Gördünüz mü o Lât ve Uzza"yı ve üçüncüleri olan öteki put Menat'ı? Demek erkek size, kadın Allah'a mı? (Necm Suresi, 19-21)

Yüce Allah bu putlardan söz ederken şeytan da şöyle bir söz söyledi:

"Kuşkusuz onlar ulu kuğulardır. Onların aracılığı umulur."

Bu sözler şeytanın düzmesi, onun bir şaşırtmacasıydı. Bu sözler derhal bütün Mekkeli müşriklerin kalplerinde yer etmişti, dilden dile dolaşıyordu. Bununla birbirlerini müjdeliyorlardı. "Muhammed ilk dinine, kavminin dinine döndü" diyorlardı. Peygamberimiz -salât selâm üzerine olsun- Necm suresinin sonuna gelince secdeye gitti. Onunla birlikte orada bulunan bütün müslümanlar ve müşrikler de secdeye gittiler. Ama önde gelenlerden Velid b. Mugire secdeye gitmedi. O da avucuna toprak doldurup ona secde etti. Her iki grup da, toplulukların Hz. Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte secdeye kapanmasına şaşırıyordu. Müslümanlar ise, müşriklerin inanmadıkları, ikna olmadıkları halde secde etmelerine bir anlam verememişlerdi.

Müslümanlar, şeytanın müşriklere duyurduğu sözleri işitmemişlerdi. Müşrikler şeytanın kendilerine duyurduğu bu sözlerle peygamberin kendilerine eğilim gösterdiğini sanmışlardı. Yine şeytan onları, bu sözleri Hz. Peygamberin sure içinde okuduğuna inandırmıştı. Onlar da tanrılarına saygılarını ifade etmek için secdeye gitmişlerdi. Bu sözler kısa sürede halk arasında yayılmıştı. Şeytan Habeşistan'a, orada bulunan müslümanların kulağına kadar götürmüştü bu sözleri. Osman b. Ma'zun ve arkadaşları, Mekkeliler'in topluca müslüman olduklarını, peygamberle birlikte namaz kıldıklarını duymuşlardı. Velid b. Muğire'nin de avuçlarına doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını haber almışlardı. Bu yüzden beklemeden Mekke'ye geri dönmüşlerdi. Ama yüce Allah şeytanın sözlerini geçersiz kılmış, silip atmış, ayetlerini sağlamlaştırmıştı. Onları bu furyadan korumuştu.

"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında giderek arkasından ayetlerini pekiştirirdi. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

"Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır."

Yüce Allah, hükmünü bildirip şeytanın uydurması olan sözleri silince müşrikler tekrar eski sapıklıklarına dönüp yeniden müslümanlara düşmanlık yapmaya başladılar, onlara baskı yaptılar..."

İbn-i Kesir der ki; İmamı Beğavi, İbn-i Abbas'ın ve Muhammed b. Ka'b el Kurezi'nin bir de onların dışındakilerin sözlerinden oluşan bir grup rivayeti derledikten sonra şu soruyu yöneltir: Yüce Allah peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- yanılmazlığını (masumluğun) garantilemiş olmasına rağmen böyle bir şey nasıl olabilir? Sonra insanların bu soruya verdikleri cevapları aktarır. Bunlara göre, bu sözleri şeytan müşriklerin kulaklarına fısıldamıştır. Onlar da bu sözleri Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- söylediğini sanmışlardır. Oysa mesele kesinlikle böyle değildir. Bu şeytanın bir telkiniydi... Peygamberimizden kaynaklanmıyordu. Her şeyin en iyisini Allah bilir.

Buhari, İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Onun arzusuna yani konuştuğu zaman şeytan onun sözlerine kendi sözlerini karıştırır. Allah da şeytanın sözlerini siler.

"Ayetlerini pekiştirir.

İbn-i Cerir (Temenna" (arzuladı) "Telâ" (okudu) anlamına alır ve "Bu sözün en yaklaşık yorumu budur" der!

İşte, Garanik (Kuğular) hadisi olarak bilinen rivayetlerin özü bundan ibarettir... Bu hadis, senet zinciri açısından dayanaksızdır. Hadis bilginleri "Bu hadisi, sahih hadisleri biraraya getiren hiçbir rivayet zinciri ile de rivayet etmemiştir" derler. Ebubekir el-Bezzar: "Bu hadisi, sözünü etmeye değer güvenilir ve kesintisiz bir rivayet zinciri ile Peygamberimizden aktaran birini bilmiyoruz" der. Ayrıca bu hadis, konu itibariyle de İslâm inancının temel özelliklerinden biri olan peygamberin masumluğuna -yanılmazlığına- da ters düşmektedir. Çünkü peygamber, Allah'tan aldığı mesajı insanlara duyururken şeytanın bu mesaja kendi sözlerini karıştırma girişimlerinden korunmuştur.

Oryantalistler ve bu dine dil uzatanlar bu hadisi dillerine dolamış, her tarafa yaymışlardır. Çevresinde bir laf kalabalığı oluşturmuşlardır. Ama bu sözlerin hiçbiri tartışılacak tutarlılıkta değildir. Daha doğrusu tartışına konusu edilmeleri bile doğru değildir.

Üstelik ayetlerin kendisi de böyle bir şeyin ayetlerin nüzul sebebi oluşunu ihtimal dışı bırakmakta ve bu ayetlerin Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- sınırlı tek bir olaya işaret ediyor olmasını çürütmektedir. Çünkü ayetler bunun, tüm peygamberleri ve onların üstlendikleri peygamberlik görevini kapsayan genel bir kural olduğunu vurgulamaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı. Fakât Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında gidererek arkasından ayetlerini pekiştirirdi."

Şu halde bununla, birer insan olmaları nedeniyle bütün peygamberler arasında ortak olan ve fakat peygamberler için öngörülen masumluk -yanılmazlık sıfatı ile çelişmeyen bir niteliğe dayalı genel bir hususun kastedilmiş olması gerekir.

Allah'ın yorumu ile yapmaya çalıştığımız açıklama budur. Ama ne istediğini en iyi Allah bilir. Biz sadece beşeri kavrama yeteneğimiz oranında onun sözlerini yorumlamaya çalışıyoruz.

Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- ilahi mesajı (risalet) insanlara duyurmakla görevlendirildikleri zaman, en çok istedikleri şey, insanların bu çağrının etrafında toplanmaları, Allah katından kendilerine sunulan bu iyiliği kavrayıp ona uymalarıdır. Ne var ki, davetin önünde birçok engel vardır. Peygamberler birer insandırlar ve yaşama süreleri de sınırlıdır. Bunu algılıyorlar, biliyorlar. Bu yüzden insanların en kestirme yoldan çağrılarına koşmalarını içtenlikle isterler. Örneğin insanların terk edemedikleri gelenek ve göreneklere, atalarından miras kalan alışkanlıklara bir süre ses çıkarmamayı isterler. Böylece onların doğru yola girebileceklerini umarlar. Doğru yola geldikten sonra onları bu terkedilmesi güç alışkanlıklardan vazgeçirmek kolay olur diye düşünürler. Örneğin içlerinde İslâma eğilim duygusunu uyandıracak şekilde insanlara himayeci bir yaklaşımla gereğinden fazla üzerlerine düşüp onları kayıracak olurlarsa, aşamalı olarak onları inanç sisteminin bütününü kabullenmeye götüreceklerini düşünürler. Bundan sonra sağlıklı bir eğitim sürecinden geçecek olurlarsa, eski alışkanlıklara olan eğilimlerini bir kenara bırakacaklarını ümid ederler.

Davanın yayılması ve zafere ulaşmasına ilişkin bu gibi beşeri istek ve eğilime benzer daha neler isterler neler! Bu istekleri yüce Allah'ın kendi davasının eksiksiz temelleri doğrultusunda, duyarlı, titiz ölçüleri uyarınca hareket etmesini, bundan sonra dileyenin mü'min, dileyenin de kâfir olmasını öngören iradesini açıklayana kadar sürer. Çünkü davanın her şeyi her yönüyle değerlendiren ilahi ölçüdeki gerçek değeri, insanların eksik ve yanlış değerlendirmelerinin çok üstündedir.

Davaya mensup kişiler daha yolun başında iken bozguna uğrasalar bile davet hareketi kendisi için belirlenen bu prensiplere göre ve bu ölçüler uyarınca yoluna devam etmelidir. Davanın prensiplerine ve ölçülerine sıkı sıkıya sarılmak, onlara kararlı bir şekilde ve titizce uymak bu kişilerin ya da onlardan daha hayırlı olanların eninde sonunda davaya bağlanmalarının garantisidir. Böylece dava sağlam ve yıpranmamış bir örnek olarak kalıcılığını sürdürür, sağa sola yalpalamadan, hiçbir eğrilik göstermeden dosdoğru yoluna devam eder.

Şeytan, insanın yapısından kaynaklanan bu doğal istekleri, ayrıca bu isteklerin fiili tercümanı konumunda olan kimi davranış ve sözler aracılığı ile, davaya komplo kurmak, onu temelden değiştirmek ve onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak için iyi bir fırsat bulur. Ama yüce Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır, sergilenen davranışlar ya da söylenen sözler hakkında kesin ve çözüme bağlayıcı hükmünü verir. Peygamberlere de yüce Allah'ın çözüme bağlayıcı, kesin hükmünü insanlara açıklamaları, ayrıca davanın yayılması hakkında görüş bildirirken yaptıkları hataları da açıkça duyurmaları yükümlülüğünü getirir. Nitekim Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kimi davranışlarında ve kimi eğilimlerinde böyle yanılgılar olmuş, yüce Allah da bunları Kur'an-ı Kerim'de açıkça duyurmuştur...

Bu şekilde yüce Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır ve ayetlerini açık ve tutarlı olarak ortaya koyar. İzlenmesi gereken doğru çizgi hakkında kafalarda bir kuşku bırakmaz.

"Allah,, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

Ama kalplerinde münafıklıktan ve sapıklıktan kaynaklanan bir hastalık bulunanlar, bir de inatçı kâfirlerden katı kalpli olanlar böylesi durumları tartışma, demogoji ve gruplaşmalar için malzeme yaparlar.

"Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır."

Bilgi ve marifet verilmiş kimselere gelince, onların kalpleri yüce Allah'ın açıklaması ve çözüme bağlayıcı hükmü ile yetinir, tatmin olur:

"Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola iletir."

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında ve İslâma davet hareketinin tarihinde bunun gibi birçok örnek görüyoruz. İmam İbn-i Cerir'in -Allah rahmet etsin- de işaret ettiği olay ise bu konuda herhangi bir yorum yapmamıza gerek bırakmamaktadır.

En güzel örneği İbn-i Ümmü Mektum'un -Allah ondan razı olsun- kıssasında görüyoruz. Bu gözleri görmez, bu yoksul adam geliyor Hz. Peygamberin yanına ve şöyle diyor: "Ey Allah'ın peygamberi, Allah'ın sana öğrettiği şeyleri bana da oku, bana da öğret." Bu sözleri birkaç kere tekrarlıyor. Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada Velid b. Mugire ile ilgileniyor, onun İslâma gelmesini sağlamaya çalışıyordu. Yanında da Kureyş'in ileri gelenleri vardı. İbn-i Ümmü Mektum da Hz. Peygamberin bu işle ilgilendiğini bilmiyordu. En sonunda Hz. Peygamber ısrarlarına karşı sıkılır, yüzünü asarak ona sırtını çevirir. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirir ve bu ayetlerle Hz. Peygamberi bu davranışından dolayı çok sert bir dille azarlar.

"Surat astı ve döndü, kör geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini öğüte muhtaç görmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah'dan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, olmaz böyle şey, bu Kur'an bir öğüttür, dileyen onu düşünüp öğüt alır. (Abese Suresi, 1-12)

Bununla yüce Allah İslâma çağrı hareketini, ince ölçüleri ve gerçek değerleri üzerine oturtmuştur. Peşlerinde giden halk yığınları da İslâma girerler diye, Kureyş önderlerinin doğru yolu bulmalarına ilişkin peygamberinin içinden gelen arzunun neden olduğu yanlış uygulamayı da düzeltmiş ve şu gerçeği vurgulamıştır: Davanın, özenle belirlenmiş prensipleri doğrultusunda şaşmadan hareket etmesi şu ileri gelenlerin müslüman olmasından daha önemlidir. Böylece şeytanın bu gedikten inancın temellerine nüfuz etmesine ilişkin planlarını altüst etmiş, ayetlerini sağlam ve tutarlı bir şekilde açıklamıştır. Mü'min gönüllerdeki huzursuzluk da bu açıklama ile dinmiştir.

Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu olaydan sonra İbn-i Ümmü Mektum'a -Allah ondan razı olsun- Büyük değer vermiş ve her gördüğünde "Rabb'imin beni azarlamasına neden olan kişi hoş geldin" der ve "bir isteğin var mı?" diye sorarmış. İki defa da kendi yerine Medine'de onu görevli bırakmıştır.

Böyle bir olayı da İmam Müslim sahih hadisleri derlediği kitabında aktarır: Bize Ebubekir b. Ebu Şeybe anlattı, ona da Muhammed b. Abdullah el-Esedi İsrail'den, o da Mikdam b. Şureyh'den, o da babasından, Sa'd b. Ebu Vakkas'ın şöyle dediğini anlatmış:

Bir ara altı kişi birlikte Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunuyorduk. Müşrikler Peygamberimize "Şunları yanından kov ki, bize karşı gelme cüretinde bulunmasınlar" dediler. Sa'd diyor ki, o sırada, Peygamberimizin yanında bulunan altı kişiden biri ben, biri İbn-i Mes'ut, Huzeyl kabilesinden bir adam, Bilal ve bir de ismini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- içinde yüce Allah'ın geçmemesini dilediği düşünceler geçti ve bu önerilerini benimser gibi oldu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

"Sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma." (En'am Suresi, 52)

Böylece yüce Allah davanın kendine özgü değerlerle ve ince ölçüleri doğrultusunda hareket etmesini sağlamıştır. Açılan bu gedikten inancın temellerine nüfuz etmeye ilişkin şeytanın planlarını altüst etmiştir. Bu gedik, Kureyş'in ileri gelenlerinin, Peygamberin yanına gelirlerken şu fakirler, yanında bulunmasınlar diye belirttikleri isteklerini yerine getirmeye yönelik beşeri bir eğilimin varlığında somutlaşmıştı. Oysa davanın değerleri bu ileri gelenlerden, müslüman oluşları ile birlikte binlerce insanın müslüman oluşundan, davanın yayılmasında onlarla güç kazanmasından daha önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber de bunu istemişti. Ama Allah gerçek güç kaynağının ne olduğunu en iyi biliyordu. Bu da hiçbir şahsın arzusuna ya da geçerli bir töreye aldırış etmeksizin belirlenen yolda dosdoğru yürümekti.

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- halasının kızı Zeynep binti Cahş -Allah ondan razı olsun- ile ilgili mesele az önce sunulan iki örneği destekler mahiyette ve aynı amaca yöneliktir. Hz. Peygamber Zeyneb'i, Zeyd b. Harise ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Peygamberimiz, Hz. Zeydi peygamberlikten önce evlad edinmişti. Bu yüzden Zeyd'e "Zeyd b. Muhammed" denirdi. Yüce Allah bu bağlılığı bu soya katımı kesmek istedi. Bu nedenle, "Evlatlık edindiklerinizi babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah'ın yanında daha adaletlidir" (Ahzab Suresi, 15) buyurdu. Yine şöyle buyurdu:

"Allah evlatlıklarınızı da sizin öz oğullarınız kılmadı." (Ahzab Suresi, 4)

Hz. Zeyd, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- en sevdiği insanlardan biriydi. Bu yüzden, onu halası kızı Zeynep bint Cahş'la evlendirmişti. Ama bu evlilik yürümedi, birlikte hayatlarını sürdüremediler. Cahiliye döneminde Araplar evlatlık edinen kişinin evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesini uygun görmezlerdi. Yüce Allah bir insanın babasından başkasına nispet edilmesini geçersiz saydığı gibi bu geleneği de geçersiz kılmıştır. Bu amaçla Zeyd boşadıktan sonra Zeyneb'i kendisiyle evlendireceğini, böylece bu geleneği yıkacağını peygamberine bildirmiştir. Ne var ki, Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kendisine haber verdiği şeyi saklıyordu. Her ne zaman Zeyd, kendisine Zeynep'le beraberliğinin zorluğunu şikayet ediyorsa "Karını bırakma" diyordu. Bu sözleri ile, Zeyd boşadıktan sonra Zeynep'le evlenmesinden dolayı halktan gelecek olumsuz tepkiyi gözönünde bulunduruyordu. Bu amaçla yüce Allah'ın açığa çıkmasını takdir ettiği olayı Zeyd eşini boşayana kadar içinde sakladı. Bunun üzerine yüce Allah bu konuda vahiy göndererek, Hz. Peygamberin içinden geçenleri, açıklamış ve bu konudaki hükmünün dayanmasını istediği temelleri vurgulamıştır.

"Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine nimet verdiğin kimseye; "Karını bırakma, Allah'dan kork" diyordun, fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahlâdık ki, evlatlıkları, kadınları ile ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın buyruğu her zaman yerine getirilmiştir." (Ahzab Suresi, 37)

Hz. Aişe, -Allah ondan razı olsun- "şayet Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kendisine vahyettiği herhangi bir şeyi gizleseydi "Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi" ayetini gizlerdi" derken doğruyu söylüyordu.

Yüce Allah şeriatını bu şekilde uygulamış, böyle sağlamlaştırmıştır. Evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesine ilişkin toplumdan gelecek olumsuz tepkiden dolayı peygamberinin kafasını meşgul eden şeyleri ortaya çıkarmıştır. Şeytanın bu gediği kullanarak kargaşa çıkarmasına imkân vermemiştir. Kalplerinde hastalık bulunanları, kalpleri taşlaşmış olanları; bu olayı tartışma ve demogoji malzemesi olarak kullanıp durmak üzere kendi hallerinde bırakmıştır.

Fizilalil Kuran

Peygamberin Misyonu

Geçmiş milletlerin cezalandırıldıkları, yerle bir edildikleri beldelerden gözler önüne serilmesi, yüce Allah'ın yalanlayanlara ilişkin yürürlüğe koyduğu yasanın açıklanması bu noktaya gelince, surenin akışı, insanları uyarması, kendilerini bekleyen akıbeti açıklaması için Hz. Peygambere yöneliyor.

49- De ki; "Ey insanlar, ben sizin için sadece açık sözlü bir uyarıcıyım. "

50- "İman edip iyi ameller işleyenler için bağışlanma ve onurlu rızık vardır. "

51- "Ayetlerimizi gözden düşürüp etkisiz bırakmak için birbirleri ile kıyasıya yarışanlar ise cehennemliktirler.

Ayetlerin akışı, bu noktada Hz. Peygamberin -salât selâm üzerine olsun görevini özellikle `uyarı' olarak ön plana çıkarıyor:

"Ben sizin için sadece açık sözlü bir uyarıcıyım."

Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanlama, O'nun peygamberini alaya alma, sözü edilen azabın çabucak başlarına gelmesini isteme, `uyarı'yı ön plana çıkarmayı gerektirmektedir. Arkasından onları bekleyen akıbeti ayrıntılı olarak anlatmaya başlıyor.

İnananlara, inançlarının gerçekliğine kanıt oluşturan davranışlarda bulunanlara; "İyi ameller işleyenlere" gelince; onların alacağı ödül, geçmişte işledikleri günahlara veya kusurlara karşılık Rabb'lerinden "bağışlanma" ile başa kakma ve aşağılanma sözkonusu olmayan "onurlu bir rızık vardır."

Allah'ın ayetleri kalplere ulaşmasın, insanlık hayatında pratik olarak gerçekleşmesin diye var güçlerini son noktasına kadar harcayanlara gelince; -Allah'ın ayetleri gerçeği gösteren kanıtlar ile insanlar için belirlediği şeriattır.- Onları yüce Allah cehenneme sahip kılmıştır. Karşı taraftaki bol ve şerefli rızka karşılık şunların sahip olduğu şey ne kadar da kötüdür?.

Seyyid Kutup(Maide Suresi)

Tarihî Hatırlatma

42- Ey Muhammed, eğer müşrikler seni yalanlıyorlarsa bil ki, Nuh'un soydaşları, Adoğulları ve Semudoğulları da peygamberlerini yalanlamışlardı.

43- İbrahim'in soydaşları, Lût'un soydaşları da öyle.

44-Medyenliler de öyle. Musa'yı da yalanlamışlardı. Ben bütün bu kâfirlere önce mühlet tanıdım, sonra yakalarına yapıştım. Onlara indirdiğim darbe nasıldı?

Son peygamberlikten önce bütün peygamberlik misyonu için geçerli olan değişmez kural; peygamberlerin Allah'ın ayetlerini getirmeleri, buna karşılık yalanlayanların bunları yalan saymalarıdır. Şu halde Hz. Peygamber -salât selâm üzerine olsun- daha önce benzeri görülmemiş, alışılmadık bir mesajla gelmediği için müşriklerin onu yalanlamaları normaldir. Ama sonuç bellidir. Kural her zaman için yürürlüktedir. "Nuh'un soydaşları, Adoğulları ve Semudoğulları da peygamberlerini yalanlamışlardı."
"İbrahim'in soydaşları Lût'un soydaşları da öyle."
"Medyenliler'de öyle."
Hz. Musa ise özel bir cümle ile sözkonusu ediliyor:
"Musa'yı da yalanlamışlardı."
Bunun ilk nedeni Hz. Musa'nın diğer peygamberler gibi kendi kavmi tarafından değil de Firavun ve kurmayları tarafından yalanlanmış olmasıdır. İkincisi de, Hz. Musa'nın getirdiği ayetleri açıklamak, sayılarını belirtmek, beraberinde yaşanan olayların önemine işaret etmektir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, yüce Allah belli bir süre kâfirlere mühlet verir. -Kureyşliler e mühlet verdiği gibi.- Sonra onları kıskıvrak yakalar, şiddetle cezalandırır. Burada dehşeti ifade etmek, şaşkınlığı dile getirmek için bir soru yöneltiliyor.

"Onlara indirdiğim darbe nasıldı?,Ayette geçen "Nekir" çok katı bir inkâr tavrını ifade etmektedir. Bu da değişime eşlik, etmektedir. Bu soruya verilecek cevap ise bellidir. Korkunç bir belirsizlik; ya bir tufan, ya bir yokoluş, ya bir deprem, ya bir kasırga ya da öldürücü bir korku...

Bu geçmiş toplumların yok edilişleri son derece hızlı bir şekilde sunulduktan sonra geçmiş milletlerin yok edilişleri genel olarak anlatılıyor bu sefer:

45- Halkı zalim olan nice kenti yok ettik. Yapılarının duvarları, yere inen tavan yıkıntılarının üzerine çökmüştür. Nice su kuyularını kullanan kalmamış, nice korunaklı köşkleri ıssız kalmıştır.

Zalim oldukları için yok edilen birçok belde vardır. Ayetin ifade tarzı ise onların harap olmuş hallerini son derece hareketli ve oldukça etkin bir sahnede sunmaktadır: "Yapılarının duvarları, yere inen tavan yıkıntılarının üzerine çökmüştür." Kurulu çatılar, binanın bitiminde duvarlara dayandırılarak çatılırlar. Duvarlar yıkılınca çatılar da çöker ve üstüne bina yıkılır. Görüntüsü bu kadar ürkütücü, bu kadar iç karartıcı ve bu kadar etkileyici olur. Böyle manzaralar boş insanı ve bayındır hallerini düşünmeye sevkeder. Harap ve terkedilmiş evler son derece ürkütücü olurlar. Bu gibi yerler insanı geçmişi anmaya, olaylardan ibret alıp ürpermeye iter.

Çatıları çökmüş beldelerin yanında, terkedilmiş, kullanılmaz durumda olan kuyular yer alıyor. İnsan bu kuyuların başlarında konaklayanları, gelip geçenleri hatırlıyor birden. Kurumuş ve terkedilmiş bu kuyuların çevresinde hayaletler dolaşıyor.

Öte yandan, terkedilmiş durumdaki harap saraylar, köşkler yeralıyor. Canlı namına bir şey yok buralarda. Anılar, hayaller, karartılar ve hayaletler uçuşup duruyorlar.

Ayetlerin akışı, bu sahneleri sunduktan sonra, kâfir müşriklerin ruhları üzerindeki etkisini ortaya çıkarmak için kınayıcı bir üslupla soruyor.

46- Müşrikler yeryüzünü gezmiyorlar mı ki, bu sayede kalpleri gördüklerinden-ibret alabilsin ve kulakları söylenenleri işitebilecek bir duyarlık kazansın. Çünkü kör olan onların gözleri değildir, fakat göğüs boşluklarındaki kalpleri kördür, duyarsızdır.

Geçmişte cezalandırılmış milletlerin harap olmuş yurtları canlı ve belirgin olarak duruyor. Onlara birtakım mesajlar veriyor, ibret derslerinden söz ediyor. Öğüt veriyor.

"Yeryüzünü gezmiyorlar mı ki?" Bu yerleri görüp ibret alsalar da, onlara birtakım mesajlar verseydi bu yerler? O son derece anlaşılır ve etkileyici diliyle konuşsaydı, içerdiği, özünde barındırdığı ibret derslerini anlatsaydı?

"Bu sayede kalpleri gördükler inden ibret alabilsin." Şaşmaz ve değişmez yasanın izleri niteliğinde olan bu kalıntıların ötesindeki gerçekleri kavrarlardı.

"Ve kulakları söylenenleri işitebilecek bir duyarlık kazansın." Şu yerle bir olmuş evlerde, kurumuş, kullanılmaz haldeki kuyuların başlarında, terkedilmiş köşklerde yaşayanların başından geçen olayları da işitirlerdi.

Yoksa bunların kalpleri mi yok ki gördükleri halde kavrayamıyorlar? Duydukları halde ders almıyorlar? "Çünkü kör olan onların gözleri değildir, fakat göğüs boşluklarındaki kalpleri kördür, duyarsızdır."

Ayette özellikle kalplerin yerlerinin belirlenmesine özen gösteriliyor. "Göğüs boşluklarındaki." Amaç, daha iyi vurgulamak ve özellikle bu kalplerin körlüğünü kanıtlamaktır. Eğer bu kalplerin basireti açık olsaydı, bu olayları anar anmaz harekete geçecekti. Anında ibret dersini alacaktı. Geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarının şahsında somutlaşan akıbetten ürkerek imana doğru kanat çırpacaktı.

Ne var ki, bu kalpler, geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarına bakıp ibret alacaklarına, imanın ufuklarına doğru kanat çırpacaklarına, o korkunç azaptan korkacaklarına, yüce Allah'ın kendileri lehine belli bir süre ertelediği azabın hemencecik kendilerine isabet etmesini istiyorlar.

47- Onlar senden azabımın bir an önce gerçekleşmesini istiyorlar. Oysa Allah sözünden caymaz ve Rabb'inin katındaki bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.

Bu zalimlerin değişmez karakteridir. Önceki zalimlerin yerle bir edildikleri yerleri, harap olmuş yurtlarını görürler, tarihlerini okur, akıbetlerini öğrenirler. Buna rağmen yolun sonuna bakmaksızın onların geçtiği yolu izlerler. Öncekilerin başlarına gelenleri hatırladıkları an, aynı şeylerin kendi başlarına da geleceğine ihtimal vermezler. Yüce Allah denemek suretiyle kendilerine süre tanıyınca da büyük bir gurura kapılır, hiçbir sınır tanımayan bir şımarıklıkla azgınlaşırlar. Kendilerini geçmişlerin akıbetinden korkutacak biri çıkacak olsa onu alaya alırlar. Sırf şamata olsun diye tehdit edildikleri azabın hemen şimdi başlarına gelmesini isterler!.

"Allah sözünden caymaz." Bu akıbet yüce Allah'ın dilediği ve hikmeti doğrultusunda takdir ettiği bir zamanda mutlaka gelecektir. İnsanların azabın acele ile gerçekleşmesini istemeleri, onun gelişini çabuklaştırmaz. Çünkü azabın ertelenmesi ile gözetilen hikmet geçersiz olmasın diye üstelik Allah'ın hesabındaki zaman ölçüsü insanlarınkinden farklıdır.

"Doğrusu Rabb'inin katındaki bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." Kuşkusuz yüce Allah şu yerle bir edilen şehirlerin çoğuna süre tanımıştı. Ama bir süre tanıma onlar için kaçınılmaz akıbetten ve zalimlerin yok edilmesine ilişkin değişmez yasadan kurtuluş anlamına gelmiyordu.

48- Halkı zalim olan nice kente önce mühlet tanıdım, sonra yakasına yapıştım. Sonunda bana dönülecektir.

Öyleyse bu müşriklere ne oluyor ki yüce Allah kendilerine belli bir süre tanıdı diye, azabın çabucak gerçekleşmesini istiyorlar, tehditleri alaya alıyorlar?.

Fizilalil Kuran(maide Suresi).

Allah İnananlarla Beraberdir

Hac dönemine özgü sembollerle ibadetleri, insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyanlara karşı savunmak, korumak gerekir. İnsanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyanların inanç ve ibadet özgürlüğüne, mabetlerin ve şiarların kutsallığına saldırmalarına engel olmak bir zorunluluktur. İnanç temeline dayalı, Allah'a bağlı ve insanlık için hem dünya hem de ahiret iyiliğinin garantisi olan hayat sisteminin egemen olması için çalışan, sadece Allah'a kulluk eden mü'minlerin yeryüzünde üstünlük sağlamaları zorunludur.

İşte bunun için yüce Allah, hicretten sonra, müslümanların hem kendilerini hem de inanç sistemlerini tehdit eden ve katlanılmaz boyutlara ulaşan müşrik saldırılarına karşı müslümanlara, savaşma izni vermiş, hem kendileri hem de başkaları için Allah'ın dininin gölgesinde inanç ve ibadet özgürlüğünü sağlamaya çalışmalarını emretmiştir. Ayrıca aşağıdaki ayetlerde açıkladığı şekliyle inanç sistemlerinin öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeleri koşuluyla kendilerine zafer ve üstünlük bahşedeceğine söz vermiştir.

38- Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.

39- Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter.

40- Onlar sırf "Rabb'imiz Allah'dır" dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı nice manastır, havra ve içlerinde Allah'ın adı, çokça anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki Allah da mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.

41- Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir.

Kuşkusuz kötülük ve sapıklık güçleri şu yeryüzünde hareket etmektedirler. İyilikle kötülük, hidayetle sapıklık arasındaki savaş ise kesintisiz sürmektedir. Yüce Allah'ın insan türünü yarattığı günden beri iman ve zorbalığın, despotluğun güçleri arasında sürekli bir çarpışma vardır.

Kuşkusuz kötülük özü itibariyle serkeştir, azgındır. Batıl vurucu silahlara sahip olur. Hiçbir şeyden sakınmadan her şeyi ezip geçer. Korkmadan öldürücü darbeler indirir. Eğer insanlar iyiliği örüp, ona yönelecek olurlarsa onları bundan vazgeçirebilir. Kalplerini gerçeğe açacak olurlarsa çeşitli baskı yöntemlerine başvurarak buna engel olabilir. Şu halde imanın, iyiliğin, gerçeğin kendisini baskılardan koruyacak, vazgeçirme girişimlerinden uzak bulunduracak, yolun dikenlerinden ve düşman oklarından sakındıracak bir güce sahip olması kaçınılmazdır.

Yüce Allah imanın, iyiliğin ve gerçeğin zorbalık, kötülük ve batıl güçleri karşısındaki savaşta yalnız kalmalarını ve sadece imanın ruhlardaki gücüne, gerçeğin fıtri üstünlüğüne, iyiliğin kalplerdeki köklülüğüne dayanmalarını istememiştir. Çünkü batılın sahip olduğu maddi güçler kalpleri sarsabilir, ruhları yanıltabilir, fıtratları kararsız kılabilir. İnsan sabrının, direncinin bir sınırı vardır. İnsanın katlanma gücünün kapasitesi sınırlıdır. İnsan gücünün tükendiği belli bir nokta vardır. İnsanların kalplerini ve ruhlarını ve kapasitelerini en iyi yüce Allah bilir. Bunun için mü'minleri imandan vazgeçirme amaçlı baskılarla başbaşa ve yalnız bırakmamıştır. Direniş için hazırlıklı almalarını, savunmalarını geliştirmelerini, cihat için, araç ve gereç bulundurmalarını emretmiştir. Ancak bu durumda onlara düşmanı püskürtmek için savaş iznini vermiştir.

Savaşa çıkmadan önce onlara, savunmalarını üstlendiğini, kendi himayesinde olduklarını bildirmiştir.

"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur."

Yüce Allah kâfir oldukları ve ihanet ettikleri için mü'minlerin düşmanlarını sevmediğini, bu yüzden onların kesinlikle yardımsız bırakılacaklarını bildirmiştir:

"Hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez."

Yine yüce Allah mü'minlerin savunmayı hakettiklerine güvenlikte olacaklarına hükmetmiştir. Bunu edebi açıdan, zulme uğramış, saldırgan olmayan ve şımarmayan kişiler oldukları için hakettiklerini ifade etmiştir.

"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır."

Bunun yanısıra Allah'ın kendilerini koruyacağından ve kendilerine yardım edeceğinden emin olmalarını da vurgulamıştır:

"Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."

Sonra mü'minlerin savaşa girmeleri için önemli bir gerekçeleri de vardır. Çünkü onlar büyük bir insanlık görevi üstlenmişlerdir. Bu büyük görevin iyiliği sadece kendilerine dokunmaz, bunun yanında bütün mü'min cephe bu iyilikten yararlanır. Bu aynı zamanda inanç ve ibadet özgürlüğünün de garantisidir. Üstelik onlar zulme uğramışlar, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlar:

"Onlar sırf `Rabb'imiz Allah'dır' dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar."

Bu söz; "Rabb'imiz Allah'dır" sözü, söylenen en doğru sözdür. Söylenmesi gereken en gerçek sözdür. Onlar sadece bu sözü söyledikleri için yurtlarından çıkarılmışlar. Çünkü bu söz saldırgan zorbalar açısından, şüpheye yer bırakmayan kesin isyankârlığın ifadesidir. Ama bu, haksızlığa uğrayanlar açısından her türlü kişisel hedeften soyutlanmanın ifadesidir. Onlar yalnız ve yalnız inançlarından dolayı yurtlarından çıkarılmışlar. Şu yeryüzü nimetlerinden biri uğruna başlatılan bir mücadele değildir bu. İnsanların ihtiraslarını kamçılayan, çıkar çatışmalarına neden olan, değişik eğilimlerin, karşıt isteklerin sahnelendiği dünya değerleri için bir çarpışma değildir bu.

Bütün bunların ötesinde genel kural yer alıyor; inancın savunulması gereği evrensel bir kural olarak vurgulanıyor!

"Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı, nice manastırlar, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokca anılan cami yıkılıp giderdi."

Manastırlar, rahiplerin içinde ibadet etmek amacıyla inzivaya çekildikleri yerlerdir. Havralar ise yahudilerin ibadet yerleridir. Mescidler de müslümanların içinde ibadet ettikleri yerlerdir.

Bunların tümü -kutsallıklarına ve Allah'a ibadet için ayrılmış bulunmalarına rağmen- her zaman yıkılma ile karşı karşıya kalırlar. Çünkü batıla göre buralarda Allah'ın adının anılmış olması bir ayrıcalık sayılmaz. Bazı insanların, bazısının saldırılarını püskürtmelerinin dışında hiçbir şey buraları yıkılma tehlikesinden koruyamaz. Yani inancı koruyanların, inancın saygınlığını tanımayan, inancı benimseyenlere haksızlık eden düşmanları savmaları buraları yıkılmaktan korur. Çünkü batıl şımarıktır. Kendisine saldıran, kendisini püskürten denk bir kuvvetle karşılaşmadıkça azgınlığından vazgeçmez, saldırganlığından geri kalmaz. Hakkın sırf hak oluşu düşmanların ona saldırmasına engel oluşturmaz. Aksine hakkı koruyan, onu savunan bir gücün bulunması zorunluluktur. İnsan bu özelliklere sahip bildiğimiz insan olduğu sürece değişmez genel bir kuraldır bu.

Şu kelimeleri az ama anlamları derin ayetler üzerinde ve bunların ötesinde hem ruhlar dünyasında hem de hayatta yer alan bazı sırların üzerinde durmamız gerekir.

Yüce Allah, müşriklerin savaş açtığı, batıl ehlinin saldırısına uğrayan kimselere kendilerini savunma amacı ile savaşma iznini verirken, "Allah'ın mü'minleri savunacağını ve kendilerine saldıran hain kâfirleri sevmediğini" ifade ederek başlıyor:

"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.

Buna göre yüce Allah mü'minleri düşmanlarına karşı savunacağını garanti etmiştir. Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle düşmanlarının vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye üzerlerine cihad farz kılınıyor? Neden kendilerine savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar, yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir. Ve yüce Allah, hiçbir zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara, dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara katlanmalarına gerek kalmadan bu akıbeti gerçekleştirebilir?.

Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah'ın hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun katındadır. Ama insan olarak bizim bu hikmetten kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu aklımızın ve kavrama yeteneğimizin çıkardığı sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu koruma pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz "tembeller" olmalarını dilememiştir. Büyük bir vurdumduymazlıkla yangelip yatan, bir sıkıntıya uğradıkları ya da bir saldırı ile karşı karşıya kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur'an okumak ve Allah'a dua etmenin dışında hiçbir çaba sarfetmeden gayet kolay biçimde zafer kazanan kimseler olmalarını istememiştir.

Evet, namaz kılacaklardır. Kur'an okumaları, bollukta ve darlıkta dua ederek Allah'a yönelmeleri gerekecektir. Ama tek başına bu tür bireysel ibadetler onların Allah'ın mesajını omuzlamaya lâyık kimseler olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için önceden hazırladıkları azık, çarpışma esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda, batıla karşı koyarken güvenip dayandıkları cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah'a bağlılık duygularıyla arttırırlar.

Yüce Allah, mü'minlere yönelik savunmasının bizzat kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş meydanında olgunlaşmalarını dilemiştir. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya kaldığı, savmak ve savunmak durumunda olduğu, saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü topladığı durumların dışında, insanın bünyesinde yeralan potansiyel enerji her zaman uyanıp harekete geçmez. Bu durumda insanın bedensel yapısında yeralan her hücre rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri devreye sokar, ortak operasyon için diğer hücrelerle dayanışma içine girer, sahip olduğu yetenekleri son noktaya kadar kullanır, özünde barındırdığı gücü sonuna kadar harcar. Kendisi için takdir edilen en son noktaya, kendisi için hazırlanan kemal derecesine ulaşır.

Allah'ın davasını yüklenen bir ümmetin tüm hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm yeteneklerinin işlevini yerine getirir durumda olması, tüm enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir. Bu ümmetin gelişmesini tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir zorunluluktur.

Uğruna hiçbir meşakkat çekilmeyen ve yan gelip yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer insanın işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına engel olur. Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete geçiremez, onları kullanamaz.

Bunun yanısıra çabuk ve kolay elde edilen bir zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir zaferin değerinin ucuz olması ve uğruna büyük fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır. İkincisi böyle bir zaferi elde edenler, bunu korumak için tüm güçlerini kullanmazlar, onu kazanmak için enerjilerini toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için yeteneklerini, enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler.

Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve kaçıştan güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten, ayrıca bunlara eşlik eden duygulardan, arzu ve ızdıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim, pratik bir alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç ve toplum adına biraraya gelmek, kişisel duygulardan vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve sonrasında eğilimler arasında uyum sağlamak, zayıflık ve güçlülük noktalarını ortaya çıkarmak, her durumu gözönünde bulundurarak işleri planlamak... Evet bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine getirmek ve insanların ona uymasını sağlamak durumunda olan bir toplum için zorunludur.

Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce Allah'ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah mü'minlere yönelik savunmasının bizzat onların eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa katlanmadan gökten inen bir buluntu olmamasını dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı başlı başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten ve saldırmazlıktan daha büyük ve daha Önemli bir amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez. Kur'an-ı Kerim'de yeralan birçok ayette de vurgulandığı gibi İslâm'ın amacı barışı sağlamaktır. Ama haksızlık, zulüm, azgınlık ve düşmanlığın olmadığı bir barış... İnanç ve ibadet özgürlüğü, yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve serveti, hak ve sorumlulukları adilce paylaşmak, kişisel ve toplumsal olarak Allah'ın belirlediği sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere karşı bir saldırı, bir tecavüz sözkonusu olduğu zaman... İşte bu değerlerden herhangi birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecavüz ister bir fertten diğerine, ister bir fertten bir topluma, ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma, ister bir devletten diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir haksızlığa dayanan bir barışa razı olmayacaktır. Çünkü İslâma göre barış saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir. İslâm göre barış, yüce Allah'ın kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve adaletin gerçekleşmesidir. (Daha geniş bilgi için "Ïslâm ve Dünya Barışı" kitabına bakınız.)

Zulme uğrayan ve "Rabb'imiz Allah'dır" demekten başka suçları olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarılanlara yönelik zafer kimi zaman gecikebilir. Kuşkusuz bu gecikme yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten dolayıdır.

Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz olgunlaşmamıştır, henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün enerjilerini biraraya getirmemiştir. Bütün hücreler içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son noktasına kadar belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz biraraya gelip harekete geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu halde zafer elde edecek olursa, uzun süre bu zaferi koruyacak güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir elde ettiği zaferi.

Mü'min ümmet, gücünü son noktasına kadar kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli gördüğü her şeyi feda etsin, bunları Allah yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir.

Mü'min ümmet var gücünü denesin ve Allah'ın yardımına dayanılmadığı sürece yalnız başına bu güçlerle zaferin kazanılmayacağını anlasın diye, yüce Allah'ın söz verdiği zafer gecikebilir. Mü'min ümmet elinden gelen her şeyi bu uğurda harcadıktan ve bundan sonrasını Allah'a bıraktıktan sonra yüce Allah'ın verdiği zafer sözü gerçekleşir.

Mü'min ümmet, büyük zorluklar çekerken, acılara katlanırken, bütün gücünü bu uğurda harcarken, Allah'dan başka bir dayanağın olmadığını sıkıntı anında ancak O'na yönelineceğini bizzat yaşarken, Allah'a olan bağlılığı daha bir artsın diye zafer gecikebilir. Çünkü, yüce Allah kendisine izin verip zafere ulaştıktan sonra Allah'ın sistemi doğrultusunda hareket etmesinin ilk garantisi Allah'la kurduğu bu bağdır. Ancak bu şekilde azgınlaşmaz, yüce Allah'ın kendisine zafer bahşetmesine neden olan haktan, adaletten ve iyilikten sapmaz.

Allah'ın verdiği zafer sözü kimi zaman gecikebilir. Çünkü mü'min ümmet giriştiği savaşta, yaptığı fedakârlıklarda, can ve mal konusunda yaptığı harcamalarda bütünüyle Allah için, davası için bunlardan soyutlanmamış olabilir. Bir ganimet için ya da kendisini korumak için veya düşman karşısında kahramanlık ve cesaret gösterisinde bulunmak için savaşıyor olabilir. Oysa yüce Allah cihadın sadece kendisi için, sırf kendi yolunda, ve diğer bütün endişelerden uzak olmasını istiyor. Nitekim, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun"Bir adam kendini korumak için, bir kahramanlık için, biri de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşıyor" diye sorulduğunda "Allah'ın sözü en üstün olsun diye savaşan Allah yolunda savaşıyor" diye cevap vermiştir (Buhari, Müslim)

Mü'min ümmetin savaştığı, kötülüğün bünyesinde, bir iyilik kalıntısı bulunduğu için de zafer gecikebilir. Bu yüzden yüce Allah kötülüğün bütünüyle iyilikten soyutlanmasını, tek başına kötülük olarak kalmasını, içinde bir zerre dahi olsa iyiliğin de yok olmaması için sadece kötülüğün mahvolmasını ister. Mü'min ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca çıplaklığı ile halkın görüşünde netleşmediği, çirkefliği bütünüyle bilinmediği için de zafer gecikebilir. Böyle bir durumda mü'min ümmet batıla üstünlük sağlayacak olursa, batılın bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda henüz ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı olan kimi aldanmışlar bulunabilir. Bu durumda gerçeği tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde batıla karşı köklü bir eğilim yeredebilir. Halbuki yüce Allah, bütün insanlar net olarak görene kadar batılın varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı zaman geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse kendisine hayıflanmadan yok olup gitsin diye.

Ortam henüz mü'min ümmetin temsil ettiği hak, iyilik ve adaletin geleceği açısından uygun olmadığından zafer gecikmiş olabilir. Durum böyle olduğu halde mü'min ümmet zafer elde edecek olursa ortamdan kaynaklanan ve birlikte yapamayacağı bir muhalefetle karşı karşıya kalabilir. Çevresindeki insanların gönülleri zafer kazanan gerçeği kabullenip kalıcılığını isteyecek duruma gelene kadar çekişme sürüp gidecektir.

Bütün bunlar için, bir de yüce Allah'ın bilip de bizim bilmediğimiz birtakım nedenler için zafer. gecikebilir. Fedakârlıklar kat kat katlanabilir. Çekilen acılar arttıkça artabilir. Buna rağmen yüce Allah düşmanlarına karşı mü'minleri savunacak, en sonunda zaferi onların lehine gerçekleştirecektir.

Sebepler yerine gelip zaferin bedeli ödendikten, onu saran atmosfer onu kabullenip kalıcılığını sağlayacak duruma geldikten sonra yüce Allah zafer izni verdiği zaman yerine getirilmesi gereken birtakım yükümlülükler, katlanılması gereken birtakım zorluklar vardır.

"Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki, Allah da mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir."

"Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir."

Kendisine yardım edenlere yardım edeceğine ilişkin yüce Allah'ın verdiği söz, kesin, sağlam, gerçekleşmesi kaçınılmaz ve değiştirilmez bir sözdür. Peki, Allah'a yardım eden dolayısıyla, güçlü, üstün iradeli ve dostlarını yüzüstü bırakmayan ulu Allah'ın yardımını hakedenler kimlerdir? İşte onlar:

"Onlar ki; eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak."

"Zafer kazanmalarını sağlayıp, durumlarını sağlamlaştırırsak "namazı kılarlar."

Allah'a kulluk ederler, O'nunla olan bağlarını güçlendirirler, isteyerek, boyun eğerek ve büyük bir teslimiyet duygusu içinde Allah'a yönelirler.

"Zekâtı verirler."

Malın hakkını verirler. Nefsin cimriliğini yenerler. İhtirastan arınırlar, şeytanın vesvesesine üstün gelirler, toplumsal hayatta meydana gelen boşluğu doldururlar, toplumdaki zayıfları ve muhtaçların sorunlarını üstlenirler, böylece topluma canlı bir beden niteliğini kazandırırlar. Tıpkı Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerine karşı şefkatli davranmada mü'minler bir beden gibidirler. Bu bedenin bir organı ağrıyacak olursa bedenin diğer organları da uykusuzluk ve acı çekmede ona ortak olurlar"...

"İyiliği emrederler."

İyiliğe ve hayıra çağırırlar, insanları buna yöneltirler.

"Kötülükten sakındırırlar."

Kötülüğe ve bozgunculuğa karşı direnirler. Böylece, değiştirmeye gücü yettiği halde, iyiliği gerçekleştirmekten geri durmayan müslüman ümmet diye nitelendirilmeyi hakederler.

Yüce Allah'ın insanlık hayatı için öngördüğü hayat sistemine yardım ettikleri, başkasına değil, sadece Allah'a güvenip dayandıkları için Allah'ın yardım ettiği kimseler bunlardır. Bunlardır yüce Allah'ın gerçek ve kesin bir şekilde kendilerine zafer sözünü verdiği kimseler.

Bu, sebepleri ve sonuçları ile varolabilen bir zaferdir. Bu zaferin gerçekleşmesi birtakım yükümlülüklerin yerine getirilmesi, birtakım zorluklara katlanılması şartına bağlıdır. Bundan sonrası Allah'a aittir, nasıl dilerse öyle hareket eder. Dilerse yenilgiyi zafere dönüştürür. Dayanakları yok olduğu, yükümlülükleri yerine getirilmediği için zaferi de yenilgiye dönüştürür.

"Her şeyin akıbeti Allah'a aittir."

Kuşkusuz, hakkın, adaletin, iyiliğin, hayırın, özgürlüğün üstün gelmesi ile insanlık hayatında ilahi hayat sisteminin egemen olması ile sonuçlanan bu zaferin; gölgesinde kişisel isteklerin, bireysel çıkarların, arzu ve eğilimlerin barınamadığı böylesine büyük bir zaferin...

Evet böyle bir zaferin sebepleri, bir bedeli, yerine getirilmesi gereken yükümlülükleri, birtakım şartları olacaktır. Hiç kimseye boşuna ve gereksiz yere zafer bahşedilmez. Hedefi ve sonuçları gerçekleşmeyince hiç kimsenin elde ettiği zafer kalıcı olmaz.

Önceki ders, inanç ve inancın sembolik ibadetlerini korumak için savaş iznine ilişkin bir açıklama, bunun yanında inancın yükümlülüklerini yerine getiren ve ilahi sistemi toplum hayatına egemen kılan kimselere yönelik yüce Allah'ın verdiği zafer ile son bulmuştu.

Ayetler mü'min ümmetin yerine getirmesi gereken yükümlülüklerin açıklanmasını bitirince, Hz. Peygamberi -salât selâm üzerine olsun- ilahi gücün elinin kendisine yardım etmek üzere olaylara müdahale ettiğini, düşmanlarını yüzüstü bırakacağını vurgulayarak yüreklendiriyor, güven veriyor. Nitekim ilahi kudret eli bundan önce de kardeşleri olan diğer peygamberlere -selâm üzerlerine olsun- yardım etmek ve kuşaklar boyu gelmiş geçmiş yalanlayanları cezalandırmak için olaylara müdahale etmişti. Böylece müşrikleri geçmiş milletlerin harap olmuş yurtları üzerinde düşünmeye yöneltiyor. Şayet algılayacak ve algıladığını değerlendirecek kalpleri varsa... Çünkü gözler kör olmaz. Aslında kör olan göğüs boşluğunda yeralan kalplerdir.

Arkasından ayetlerin akışı Hz. Peygamberi -salât selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın peygamberlerini şeytanın komplolarına karşı koruduğu gibi Allah'ın mesajını yalanlayanların entrikalarına karşı da koruyacağını vurgulayarak kendisine güvenmesini, endişelerden uzaklaşmasını sağlıyor. Allah şeytanın girişimlerini boşa çıkarır, ayetlerini tutarlı ve anlaşılır bir şekilde sunarak dejenere olmamış kalplerin algılayacağı şekilde onları belirginleştirir. Hasta ve kâfir kalplere gelince, onlar akıbetlerin en kötüsüne uğrayıncaya kadar içlerinde hep bir kuşku ile yaşarlar.

Şu anda ele almak üzere olduğumuz bu ders, geçen derste açıklanan şekliyle davetçiler üzerine düşeni yerine getirip görevlerini yaptıktan sonra ilahi gücün davetin gidişine yaptığı müdahaleleri ve bunun etkilerini açıklıyor.

Fizilalil Kuran(Hac Suresi)

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    1 yıl önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    14 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    14 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    15 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    15 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    15 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    16 yıl önce

Dini Bilgiler (Soru Cevaplı) UYGUN YORUMLAR YAPINIZ