بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ
Tikla>>Terk Edilen İslam

Perşembe, Aralık 13, 2007

Haccın Şartları

Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.
Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.
2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer'î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 120-122, 160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222, 241, 248-250).
3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189). " Hac ayları bilinen aylardır" (el-Bakara, 2/197). Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce'nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)'den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63).
Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196). Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs'ın (ö. 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri)
Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat'ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa'y gibi ibadetler kalır (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 63-65).
5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur.
a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) buyurulur.
b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife'ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.
Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, a.g.e., II, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 25-32).

Hacc-ı Temettü

Hac mevsiminde hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Temettü; ihtiyacını giderecek şekilde bir şeyden faydalanma; Umreyi veya umrenin ekseri şartlarını hac aylarında eda etmektir. Kişi şartların bir kısmını hac aylarında yapar ve o senede haccını eda ederse hacc-ı temettü yapmış olur. Yani hac aylarında (ve aynı yıl içerisinde) iki ihramla umre ve haccı eda etmeye hacc-ı temettü denilir.
Temettü haccı yapan kimseye mütemetti denir. Kelime anlamından da anlaşılacağı üzere temettü yapan kimse hem umre yaparak onun sevabından faydalanmış olur, hem de umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak ihramın yasaklarından kurtulur. Böylece bazı kolaylıklardan faydalanmış olur. Temettü haccı hacc-ı ifraddan efdaldır (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 238, Meydânî, el-Lübab, 1400, I, 199).
Hacc-ı Temettu yapmak isteyen kimse Mikat'ta ihrama girerken "Ya Rabbi, ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden onu kabul et" diye niyet eder. "Lebbeyk..." duasını okur, iki rekât namaz kılar. Mekke'ye girince umre için Kâbe'yi usûlüne göre tavaf eder. Tavaftan sonra iki rekât namaz kılar. Sonra Safâ ile Merve arasında sa'y yapar. Saçlarını kestirdikten sonra ihramdan çıkar, günlük elbisesini giyer. Arafat'ta vakfe yapmak üzere Mekke'den ayrılıncaya kadar günlük elbisesiyle ibadetlerini yapar.
Zilhicce'nin sekızınci günü Mekke'de tekrar ihrama girer. "Ya Rabbi, ben hac yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul et" diye niyet eder. Yalnız hacca niyet etmiş olan kimse gibi hac menâsikini (hacla ilgili yapılması gereken işleri) yapar (bk. Hacc-ı İfrat). Hac ile Umreyi birlikte eda etmeye muvaffak olduğundan dolayı, şükür olmak üzere bir kurban keser. Bu kurbanı kesmek vacibtir, Akabe cemresi (halk dilinde şeytan) taşlandıktan sonra ve tıraştan önce Kurban bayramı günlerinden birisinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç gün, Arefe gününde bitmek üzere, hac esnasında, yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra veya memleketine döndükten sonra oruç tutar. Bu da vacibtir.
Temettü Hacc-ı ile ilgili hükümler Kur'an-ı Kerîm'de Bakara suresinin 196. ayetinde bildirilmiştir:
"Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (verir) güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün Hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on üç gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin" (el-Bakara 196).
Bu ayetten anlaşıldığına göre: Temettü Hacc'ını, ailesi Mescid-i Haram'da (Mekke ve Mikat dahilinde) bulunmayanlar yani âfâkîler yapabilir. Temettü haccını yapan kimseye kurban kesmek vacibtir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç günü hacda, yedi günü de hac dönüşü olmak üzere on gün oruç tutar.
Temettü Haccı tatbikatı hakkında peygamberimiz ve ashabından rivayetler vardır:
İbn Abbâs'a Temettu Haccı hakkında sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir: "Muhâcirler, Ensâr, Peygamber (s.a.s)'in hanımları Veda Haccı'nda hacca niyet ettiler. Biz de niyet ettik. Mekke'ye gelince Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Niyetinizi hacla beraber umre için yapınız. Ancak kurban (hedy) götürmüş veya belirlemiş olan kimse (böyle yapmasın). " İbn Abbâs diyor ki: "Kâbe'yi tavaf ettik, Safâ ile Merve arasında sa'y ettik. (Traş olduktan sonra elbiselerimizi giyerek ihramdan çıktık, kadınlarımızla beraber bulunduk. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki: "Yanında kurban götüren kimseye, o kurbanı yerine ulaştırıncaya (Mina'da kesinceye) kadar (ihramın yasaklarından) birşey helâl olmaz. " Sonra bize Terviye günü (Zilhicce'nin sekızınci günü) akşamı hacca niyet etmemizi emretti. Hac menâsikini bitirince geldik Kâbe'yi tavaf ettik. Safâ ile Merve'yi sa'y ettik ve bize kurban vâcib oldu" (Mansur Ali Nasıf, et-Tâc II, 123).
Câhiliye devrinde Araplar hac mevsiminde umre yapmayı en kötü bir amel olarak görürlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) hem onların bu tatbikatına muhalefet etmek hem de Mekke dışından hacca gelenlere kolaylık ve ruhsat olmak üzere temettü haccı tatbikatını bize böylece öğretmiştir.

Hacc-ı Kıran

Hacc ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi.
Kırân, sözlükte iki şeyi biraraya getirmektir. Bir terim olarak; hacc ile umrenin ihramını birleştirmek, yani ikisi için birden ihrama girmek, demektir.
Kırân haccı yapacak kimse, mîkatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz kılar; sonra "Allah'ım, ben umre ile hacc yapmak istiyorum; bunları bana kolay kıl, bunları benden kabul buyur" diye dua eder, telbiyede bulunur ve ihram yasaklarına uyar. Mekke'ye girince, önce umresini yapar, Beytullah-ı tavaf eder, Safâ ile Merve arasında sa'y eder. Sonra ifrat haccı yapan kimse gibi farz haccın menâsikine başlar. Kudûm tavafı, Arafat'ta vakfe, ziyaret tavafı, sa'y ve veda tavafı gibi ibâdetlerle hacc ve umre tamamlanır. Kur'an-ı Kerîm'de, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" buyurulur (el-Bakara, 2/ 196). Ayette, kırân haccı yapanla başkaları arasında bir ayırım yapılmaksızın, başlanan hacc ibadetinin tamamlanması istenmiştir. Sabiy b. Ma'bed iki tavaf ve iki sa'y ile hacc yapmış, Hz. Ömer kendisine, "Resulullah (s.a.s)'in sünnetine giden doğru yolu buldun" demiş (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,109); Hz. Ali de kırân haccı yapan bir kimseye, "Hacc ve umre için yüksek sesle telbiyede bulunduğun zaman, ikisi için iki tavaf ve iki sa'y yap" diye açıklamada bulunmuştur (Zeylâî, a.g.e., III, 111).
Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, kırân haccı yapan kimseye her iki hacc için tek tavaf ve tek sa'y yeterlidir. "Kim hacc ve umre için ihrama girerse, ona bu ikisinden birlikte ihramdan çıkıncaya kadar tek tavaf ve tek sa'y yeterli olur" (Zeylâî, a.g.e., III,108). Fakat kırân haccı yapan kimse, ifrat haccı yapan gibi ifada tavafından önce kudûm tavâfı yapar; kudûm tavafından sonra sa'y yapmamışsa, ifada (ziyaret) tavafından sonra sa'y yapar.
Kırân haccı yapan, temettü haccında olduğu gibi bir şükür olarak cemreleri veya yalnız akabe cemresini taşladıktan sonra, saçlarını tıraştan veya kestirmeden önce bir kurban keser. Bunun hükmü vaciptir. Bu kurbanı bulup kesemeyecekse, Arefe gününde bitmek üzere üç gün oruç tutar; yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra dilediği vakitte tutar ki, toplam on gündür. Bunlar ayrı vakitlerde de tutulabilir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Hacc zamanına kadar umre yapana gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimseye hacc sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir" (el-Bakara, 2/196). Eğer kurban bayramı günlerinden önce üç gün oruç tutmazsa, iki kurban kesmesi kesinleşir. Birisi şükür kurbanı, diğeri vaktinden önce ihramdan çıktığı için ceza kurbanı (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 469, 476-478; İbn Rüşd, Bidâyeti,i'l-Müctehid, I, 357; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 159; İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, V, 33-46).

Hacc-ı İfrad

Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü'1 Ekber" terkibinin Osmanlica söylenisidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur'ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramı'nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı, Hz.EbuBekir'in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır. Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe'yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi'nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah'ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim'in aldığıbir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd'ül-Me'âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir(Faik Reşit Unat'in hesaplarına göre Hz. Ebubekir'in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
1.Umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da "hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı ekber" her yıl mevcuttur.
2.Herbir haccın en önemli nüsûküne diğer menasıkıne nisbetle, haccın en önemli yönü anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "hac Arafat demektir" hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat'ta o gün durulur. Ya da haccın şeytan taslama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli işlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her yıl vardır.
3.Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep aynı güne rastladığıve Hz. Ebu Bekir'in hac emirligi yaptığı hacdır. Çünkü geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır (Begavî, NI/8; Ibnü'1-Cevzî, Zâdü'I-Mesîr; NI/396; Suyuti, ed-Dürrü'1-Mensur, IV/128; Zemasheri, Kessâf (Mustafa el-Bâbi 1-Halebi,1392), N/173). Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasulüllah'ın haccettiği ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl verilen ültimatom gereğio yıl hac'da müşrikler ve diğer gayrı müslimler yoktur.
4."Hacc-i ekber" İslam'ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan hacdır (Elmalıli, NI/2450-54). Bu izaha göre Hz.Ebu Bekir'in haccına da, Rasulüllah'ın haccına da "hacc-ı ekber" denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen diğer bazı izahlara göre de "haccı ekber"; Sa'bî'ye göre, Ramazan'da yapılan bir umredir (Suyutî, age, IV/129). Mücahid'e göre "hacc-ı ekber" "kıran" haccıdır, "hacc-ı asgar" ise "ifrad" haccıdır (Ibnül-Cevzî age, NI/396; Ibn Hacer, Fethu 1-Bâri, VNI/321). Ibn Sîizn'e göre Rasûlüllah'ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği hacdır (Ibn Kesîr, (Darül-kütübi'l-ilmiyye,1408), N/525). Süfyân es-Sevri'ye göre hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur'ân-ı Kerim'de "hacc-ı ekber günü" diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Siffin günü", "Cemel günü", "Bu'âs günü" ... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde "ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman" anlamındadır (Begavî, NI/8).
Sonuç olarak ağırlık kazanan görüş şudur: Her hac ve özellikle de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber"dir. Yeter ki, şuuruna varılsın, Allah'ı ziyaret ediyormusçasına yapılsın, mebrur ve makbul kılınabilsin. Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen hadise gelince: "En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe günüdür ki , cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür" mealinde, halk dilinde meşhur bir söz vardır (bk. Ibn Abidîn, N/178 (Amira); ayrıca, N/254) Ancak meseleyi tedkik eden ulema böyle bir hadisin aslı olmadığını, batıl olduğunu söylerler. Ibn Kayyim (Zâdü'1-Mead, I/25-26 (Daru'1-Ihya)), el-Münavi(Feyzul-Kadîr, N/28) ve Elbanî (Elbanî, Silsiletü'1-Ehadis-ed-Daife, I/245 (H.207)) mes'eleyi bu yönde açılıga kavuştururlar.
Yazının buraya kadar olan kısmını yazdıktan bir süre sonra değerli Imam, Aliyyül-Kâri'nin bu konu hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer filhaccı-ekber" (Risalenin tain metni için bk. Huseyn el-Mekkî, Irâdü s-Sâri, 316-322) adlı bu risalesinde, bizim burada özetlediğimiz görüşleri zikrediyor ve: "Hûlâsa; Haccı-ı ekber hakkında dört görüş vardır:
a. Arefe günüdür. b. Kurbanın birinci günüdür. c. Ifâda Tavafının yapıldığı gündür. d. Bütün hacc günleridir.
Bu görüşleri birbiriyle çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır. Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayandan, haccı kıran ifraddan, mutlak hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir... Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya çıkmış örfi bir kavramdır" (agr. 218) dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki: "Fakat halkın dili Hak'kin kalemidir; müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir... Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arâfe ise senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur üstüne nur" olacağı açıktır..." (agr. 219-20). İşte Aliyyül-Kâri'nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. Ancak hadis kritigi açısından bakıldığında bu hadis (söz) kanaatimizce mevzu olmasa dahi asılsız bir hadistir. Çünkü dirayet bakımından da kalbi tırmalayan bir anlam taşır. Zira böyle bir hac yirmi-otuz yılda bir olacağına, dolayısı ile ona ulaşmada herkes aynı imkâna sahip bulunmayacağına göre, sanki-hasâ taksim-i ilahide bir gadr olmuş olur.( Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık. Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. 1. el-meslekü'1-ezferfi beyâni'1-haccı'1-ekber. Ibn Azûz (Kesfu'z-Zanûn Zeyli N/479). 2. el-haccul-ekber, kaside. Ibn Arabî. agk. N/632)

Hacc-ı Ekber

Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü'1 Ekber" terkibinin Osmanlica söylenisidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur'ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramı'nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı, Hz.EbuBekir'in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır. Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe'yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi'nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah'ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim'in aldığıbir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd'ül-Me'âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir(Faik Reşit Unat'in hesaplarına göre Hz. Ebubekir'in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
1.Umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da "hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı ekber" her yıl mevcuttur.
2.Herbir haccın en önemli nüsûküne diğer menasıkıne nisbetle, haccın en önemli yönü anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "hac Arafat demektir" hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat'ta o gün durulur. Ya da haccın şeytan taslama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli işlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her yıl vardır.
3.Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep aynı güne rastladığıve Hz. Ebu Bekir'in hac emirligi yaptığı hacdır. Çünkü geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır (Begavî, NI/8; Ibnü'1-Cevzî, Zâdü'I-Mesîr; NI/396; Suyuti, ed-Dürrü'1-Mensur, IV/128; Zemasheri, Kessâf (Mustafa el-Bâbi 1-Halebi,1392), N/173). Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasulüllah'ın haccettiği ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl verilen ültimatom gereğio yıl hac'da müşrikler ve diğer gayrı müslimler yoktur.
4."Hacc-i ekber" İslam'ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan hacdır (Elmalıli, NI/2450-54). Bu izaha göre Hz.Ebu Bekir'in haccına da, Rasulüllah'ın haccına da "hacc-ı ekber" denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen diğer bazı izahlara göre de "haccı ekber"; Sa'bî'ye göre, Ramazan'da yapılan bir umredir (Suyutî, age, IV/129). Mücahid'e göre "hacc-ı ekber" "kıran" haccıdır, "hacc-ı asgar" ise "ifrad" haccıdır (Ibnül-Cevzî age, NI/396; Ibn Hacer, Fethu 1-Bâri, VNI/321). Ibn Sîizn'e göre Rasûlüllah'ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği hacdır (Ibn Kesîr, (Darül-kütübi'l-ilmiyye,1408), N/525). Süfyân es-Sevri'ye göre hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur'ân-ı Kerim'de "hacc-ı ekber günü" diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Siffin günü", "Cemel günü", "Bu'âs günü" ... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde "ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman" anlamındadır (Begavî, NI/8).
Sonuç olarak ağırlık kazanan görüş şudur: Her hac ve özellikle de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber"dir. Yeter ki, şuuruna varılsın, Allah'ı ziyaret ediyormusçasına yapılsın, mebrur ve makbul kılınabilsin. Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen hadise gelince: "En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe günüdür ki , cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür" mealinde, halk dilinde meşhur bir söz vardır (bk. Ibn Abidîn, N/178 (Amira); ayrıca, N/254) Ancak meseleyi tedkik eden ulema böyle bir hadisin aslı olmadığını, batıl olduğunu söylerler. Ibn Kayyim (Zâdü'1-Mead, I/25-26 (Daru'1-Ihya)), el-Münavi(Feyzul-Kadîr, N/28) ve Elbanî (Elbanî, Silsiletü'1-Ehadis-ed-Daife, I/245 (H.207)) mes'eleyi bu yönde açılıga kavuştururlar.
Yazının buraya kadar olan kısmını yazdıktan bir süre sonra değerli Imam, Aliyyül-Kâri'nin bu konu hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer filhaccı-ekber" (Risalenin tain metni için bk. Huseyn el-Mekkî, Irâdü s-Sâri, 316-322) adlı bu risalesinde, bizim burada özetlediğimiz görüşleri zikrediyor ve: "Hûlâsa; Haccı-ı ekber hakkında dört görüş vardır:
a. Arefe günüdür. b. Kurbanın birinci günüdür. c. Ifâda Tavafının yapıldığı gündür. d. Bütün hacc günleridir.
Bu görüşleri birbiriyle çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır. Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayandan, haccı kıran ifraddan, mutlak hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir... Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya çıkmış örfi bir kavramdır" (agr. 218) dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki: "Fakat halkın dili Hak'kin kalemidir; müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir... Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arâfe ise senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur üstüne nur" olacağı açıktır..." (agr. 219-20). İşte Aliyyül-Kâri'nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. Ancak hadis kritigi açısından bakıldığında bu hadis (söz) kanaatimizce mevzu olmasa dahi asılsız bir hadistir. Çünkü dirayet bakımından da kalbi tırmalayan bir anlam taşır. Zira böyle bir hac yirmi-otuz yılda bir olacağına, dolayısı ile ona ulaşmada herkes aynı imkâna sahip bulunmayacağına göre, sanki-hasâ taksim-i ilahide bir gadr olmuş olur.( Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık. Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. 1. el-meslekü'1-ezferfi beyâni'1-haccı'1-ekber. Ibn Azûz (Kesfu'z-Zanûn Zeyli N/479). 2. el-haccul-ekber, kaside. Ibn Arabî. agk. N/632)

Hac ve Umre

Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala'nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. Ihram'a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. Ihramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; Ihrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacipolur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa' (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.
Yemini bozmanın keffâreti:
Kur'ân-ı Kerim'de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. Işte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur. Rasûl-i ekrem (s.a.s)'in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildığını izah için, Imâmu Buhâri "Kitabu'l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır. Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir. Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240).

Salı, Ağustos 21, 2007

İslâm ve Cahiliyyet

"Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapın, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."

Çünkü bu ümmete Rabbi tarafından, kendisinin tırmanması yanısıra insanlığı da çıkarması ve bu aydınlık ufku oluşturması görevi de yüklenmişti.

İşte bu, insanlara önderliğinin, otoritenin ve şahitlik görevinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm'ın uygun gördüğü ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle, insanlara birer örnek olma uğrundaki mü'minlerin karşılaşacakları güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri gerekir.

Böylece insanların ilgi duyacakları ve sevecekleri İslam'ın güzel bir- tanıklığı yapılmış olur. Bu zor bir yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle insanların nefsine ağır gelmez. Zaten onlara güçlerinin üzerinde bir şey yüklememiştir.

İslam insanın kızma ve gazaplanma hakkına sahip olduğunu kabul eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık sebebiyle saldırıya geçme hakkını tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve sakınmada yardımlaşılmasını emrediyor. Allah'ın azabı ile korkutuluyor ve sadece O'ndan sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi baskı ve denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı bu duygular ile -Allah'tan sakınıp, hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.

Allah'ın koyduğu yöntemi isteyen İslâm terbiyesi Arapların gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır. Halbuki onlar bu seviyeden ve onu başarmaktan çok uzak idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve edindiği prensip "Zalim de olsa mazlum da kardeşine yardım et" cümlesinde özetlenebilirdi. Araplar, kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve sakınmadakinden daha üstün idi. Yardım anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık üzerine yapılırdı. Cahiliye devrinde hak üzere yeminleşme pek azdır.

Bu Allah'a bağlı olmayan ve gelenekleri ve ahlâkları Allah'ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan bir durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye prensibinde özetlenmiştir "Zulmeden de, zulmedilen de olsa Zalimde, mazlumda kardeşine yardım et." Bu prensibi bir cahiliye şairi bir başka şekilde şöyle dile getirmektedir: "Ben cahiliye kabilesinin bir ferdiyim, Kabilem isyan ederse ben de isyan ederim.O doğru davranırsa ben de doğru davranırım."

Daha sonra müslümanlara "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız, Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." (Maide Suresi, 7) diye seslenmek ve onları eğitmek için Allah'ın belirlediği bir sistem olan "İslâm" geldi.

Bu ilahi sistem, kalpleri Allah'a bağlamak, ahlâk ve değer ölçülerini O'nun ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap olmayan tüm insanlığı cahiliyye kabileciliği ve tarafgirliğinden kurtarıp, dost ve düşmanlar karşısındaki davranışları düzenlerken ortaya çıkacak kişisel reaksiyonları, ailevî ve kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak için geldi. Böylece "insan" Arap yarımadasında yeniden doğmuş oldu. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanan "insan" doğdu. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında "insan"ın yeniden doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni dirilişidir. İslâm öncesi Arap yarımadasında yalnızca "Zulmeden de olsa, zulmedilen de, kardeşine yardımcı ol" şeklindeki fanatik cahiliyye taraftarlığı vardı. Yeryüzünün geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından başkaca bir şey yoktu.

Bu cahiliyye çizgisi ile İslâmî ufuk arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin "yerleşik" zulmeden de olsa zulmedilen de, kardeşinin tarafını tut" prensibi ile Allah'ın "Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne büyük bir farktır!

Seyyid Kutup

5-Maide Suresi

1- İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü verir.

2- Ey müminler Allah 'ın ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı

ile Kâbe yi ziyaret etmeğe gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe ye sokmadılar diye bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapınız, günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı ağırdır.

3- Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinede kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.

Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim

Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.

Kurban edilecek hayvanların cinsleri, kurban yerleri ve zamanları konusundaki tüm bu helâl ve haramlar "sözleşmeler" kapsamına girmekte ve tümü "İman anlaşması"na bağlanmaktadır. Bu "İman anlaşması", müslümanların helâl ve haramları, sadece Allah'tan almalarını, bu hususta başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli kılmaktadır. Bu yüzden, sözün başında onlara "Ey müminler" diye seslenilmiş ve peşi sıra helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir. "İlerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı." Başkaca bir kaynağa veya başkaca bir temele dayanmaksızın, sadece Allah'ın helâl kılmaya ilişkin hükmü ve izni gereğince "haram kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar" dışında kalan ve "bütün hayvanlar" ifadesinin kapsamına giren av ve kurban hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve mubah olmuştur.

"Haram kılınanlar"dan hemen aşağıda bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak, kimi de her yer ve her zamanda haram kılınmıştır. "Behimet'ül en'am", deve, inek ve koyunu içermekte ve bunların -vahşi, inek, yabani eşek ve ceylanlar gibi- vahşilerini de kapsamaktadır.

Sonra bu genel ifadeden bazı istisnalar yapılıyor. İlk istisna, ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: "...İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile..."

Burada haram, ilkin bizzat avcının durumu ile çakışmaktadır. Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın sıradanlığından ve alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah'ın emin yurt kıldığı, harem beytinde O'na yönelinmektedir. Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan vazgeçilmelidir. Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir fıtrattır. Orada, hayatı bağışlayan karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ hissedilir. Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların ve diğer hayvanların avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma sebebi olan geçim zorlukları orada hafifler. Amaç o zaman diliminde hayatın alışkanlık ve bayağılıklarından soyunup bu parlak ve engin ufka doğru yükselmektir.

Surenin akışı, genel helâl hükmünün istisnalarını açıklamaya geçmeden önce bu "sözleşme"yi en büyük "sözleşmeye" bağlıyor ve iman edenlere bu "söz"ün kaynağını hatırlatıyor: "Allah, dilediği hükmü verir" dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği ile hükmetme yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak biri yoktur. O'ndan başka hükmedecek de, hükmünü iptal edecek de yoktur. Bu O'nun dilediğini helal, dilediğini de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.

Ardından, iman edenleri, Allah'ın haramlarını helal kılmaktan sakındıran bir sesleniş geliyor: "Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı sebeblerine, yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kâbe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz..."

Burada "Allah'ın ibadet amaçlı sembolleri" ifadesinin hemen akla gelen en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac ya da Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü'l Haram'a getirdiği kurbanlığı kesene değin, haram olan şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi içinde bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada onları ihlal etmek, bu "sembolleri" koyan Allah'ın haram kılmasını küçümsemektir. Çünkü Kur'an'ın konusal sıralanışı, bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu kuralların tümünü Allah'a bağlıyor.

Haram aylar, Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem'dir. Allah bu aylarda savaşmayı haram kılmıştır. Araplar İslâm öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman kimi kahinlerinin ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin isteği üzerine bu ayları başka bir yıla ertelerlerdiler.

İslâm gelince, Allah bunların haramlığına hükmetti ve bu haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:

"Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır. İşte bu, dosdoğru dindir." (Tevbe Suresi, 36)

Ardından İslâm, ayların ertelenmesinin küfürde ileri gitme olduğunu ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki hüküm, Allah'ın emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların haramlığını gözetmeyen düşmanların, bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve onları müslümanlara karşı kolayca zafer kazanacağı uygun bir ortam elde etmemeleri için, o aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında, müslümanların da karşı koyma hakları vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda savaşın hükmünü Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır. "Kurbanlık"; Kâbe'yi ziyaret edenlerin Hacc ve Umresini bitirdiğinde kesmek üzere yanında getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı kesmekle sona erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir. Helâl sayılmamasının anlamı, henüz vakti gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık "Hacc"da kurban günü, "Umre"de ise, Umrenin bitiminde kesilebilir. Kurban eden, derisinden, yününden ve diğer uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz, tamamını fakirlere dağıtır.

"Gerdanlıkları (kelaid), sahipleri tarafından Allah'a adandıklarının bir belirtisi olarak, boyunlarına işaretler takılan hayvanlardır. Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları vakitte kesilene kadar otlağa salınır. Allah'a sunulduklarının belirtisini taşıyan ve kesilecekleri vakte kadar serbest bırakılan hediye kurbanlıklar bu sınıfa girer.

Bu işaretli adakları belirlendikten sonra, amacı dışında kullanmak haramdır. Adandıkları amaç dışında kesilemezler. Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve herhangi bir tehlikeden korunmak isteyen kişinin kendisine taktığı işaretlere denir. Bu işaretler, haram bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu kişiler hiçbir düşman saldırısının olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar. Bu görüşün taraftarları bunun, daha sonra gelen "Başka birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine baş aşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir." (Nisa Suresi, 91)

"Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 28) ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.

"Gerdanlıklar" Allah'a adak olarak işaretlenen hayvanlardır" şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve Umrede kesmek için belirlenen armağan kurbanlardan bahsedildikten sonra söz konusu edilmektedir. Böylece yüce Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret ve Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek Beytü'l Haram'a yönelen, Rablerinin nimetini ve hoşnutluğunu arayarak Haram'ın güvenliği altına almış ve Beytü'l Haram'da onlara "Eman" vermiştir. Daha sonra, ihramdan çıkıldığında ve haram bölgesi dışında avlanma helal kılınıyor. Beytü'l Haram'da avlanma ise yasaktır. "İhram'dan çıkınca avlanabilirsiniz" Allah haram ayları "Güvenlik süresi" yaptığı gibi, Beytü'l Haram'ı da "Güvenli yer" kılmıştır. Orası, insanların, hayvanların, kuşların ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir güven olan bu eman, bu ümmetin babası Hz. İbrahim'in duasının karşılığı olarak, Beytullah'ın etrafını kuşatır. Her yılın tam dört ayı, insanların tadım, doygunluğunu ve güvenliğini hissettiği bir barış dönemi olarak İslâm'ın gölgesindeki tüm yeryüzünü bu "mutlak güven ortamı" kaplar. Bu; güven ortamını gerçekleştiren şartların sağlanmasına istekli olunsun, Allah'ın söz ve anlaşması her yıl periyodik olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu haremde ve güvenlik bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma yapanları anlaşmalarını yerine getirmeye ve onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin kişisel duygu ve düşünceler ile tereddütlerin etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları, daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların ruhlarında derin yara ve acılar bırakmış ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış olmasına rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman ümmetin görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi, kendi büyüklüğüne yaraşır bir görevdir.

Fizilalil Kuran

Müşriklere Karşı Tavır

Ayetlerin akışı, olağanüstü evrenin görkemli sahnelerinde yeralan ilahi kudretin kanıtlarını sunmada bu kesin ve sonuca bağlayıcı noktaya varınca, hitabı Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiyor, müşriklere ve tartışmalarına aldırış etmeden kendi yolunu izlemesini istiyor. Yüce Allah'ın kendisi için seçtiği tebliğ etmesi ve bizzat kendisinin de uyması zorunluluğunu getirdiği hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına, dillerine dolamalarına fırsat vermemesini istiyor.

67- Biz her ümmet için uygulayacakları ayrı ibadet biçimleri belirledik. O halde müşrikler bu konuda seninle kesinlikle tartışmamalıdırlar. Sen insanları Rabb'ine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın.

68- Eğer onlar seninle tartışmaya girerlerse de ki; "Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir. "

69- "Allah, kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz konulara ilişkin hükmünü verecektir. "

70- Allah'ın gökte ve yerde bulunan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Bunların hepsi (O'nun katındaki) bir kitapta kayıtlıdır. Bu, Allah için kolay bir iştir.

Her toplumun kendine özgü bir hayat tarzı, düşünce ve yaşam biçimi, inanç sistemi ve yöntemi vardır. Bu sistem de yüce Allah'ın etki ve tepkileri doğrultusunda karakterleri ve kalpleri yönlendirmede uyguladığı yasalara boyun eğmektedir. Bu yasalar değişmez, her zaman yürürlükte olan, son derece titiz ve ince ayarlanmış yasalardır. Hidayete erdirici belgelere, evrene ve insanın iç dünyasına yerleştirilen kanıtlara kalbini açan bir ümmet, bir toplum, Allah'ı bilmeye ve O'nun buyruklarına uymaya zorlayan evrensel yasaları algılamak suretiyle Allah'ı bulmuştur. Ama kalbini bu belgelere ve kanıtlara kapalı tutan bir ümmet sapık bir ümmettir, doğru yola ve doğru yola erdirici belgelere karşı çıktığı oranda sapıklığı artan bir ümmettir.

Böylece yüce Allah her ümmete, yerine getirilecek bir ibadet biçimi, uyulacak bir hayat sistemi belirlemiştir. Şu halde Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerin demogojileri ile uğraşmasına bir neden yoktur. Çünkü onlar kendi istekleri ile doğru yola götürücü yol işaretlerini görmezlikten gelip sapıklığa ileten yol işaretlerine uyuyorlar. Bu yüzden yüce Allah, Peygamberine -salât selâm üzerine olsun- müşriklerin kendi işini dillerine dolamalarına, hayat sistemi hakkında kendisi ile tartışmalarına fırsat vermemesini emrediyor. Aynı zamanda müşriklerin sataşmalarına, kendi hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına aldırış etmeden kendisi için belirlenen hareket metodunu izlemesini emrediyor. Çünkü doğru hayat sistemi kendisinin uyduğu hayat sistemidir.

"Sen insanları Rabb'ine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın."

Şu halde Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendi hayat sistemine, kendi hareket yöntemine dosdoğru uymaya baksın. Kendi hayat sistemine dosdoğru uyması, doğru yolda olduğunun belirtisidir. Eğer insanlar kendisiyle tartışmak istiyorlarsa sözü kısa tutmalıdır. Zaman ve emek kaybetmeye gerek yoktur çünkü.

"Eğer onlar seninle tartışmaya girerlerse de ki; `Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir."

Gerçeği öğrenmek isteyen, kanıtlar elde ederek gerçeği araştıran, dolayısıyla doğru yolu bulmaya yatkın kalplerle yapılan tartışma yerinde bir davranıştır. İç ve dış alemlerde yer alan ve bir çoğu gözlerin ve kalplerin yararına sunulan bunca belgeye ve bunca kanıta rağmen büyüklük taslayan, sapıklıkta ısrar eden gönüllerle tartışmaya girmek doğru değildir. Onların durumunu Allah'a bırakmak gerekir. Yüce Allah ibadet biçimleri ve hayat sistemleri ile bunların izleyicileri arasındaki sorunu kesin olarak çözümleyecektir.

"Allah, kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz konulara ilişkin hükmünü verecektir."

Bu hükümü, hiç kimse tartışma konusu yapamaz. Çünkü o gün tartışmaya yer yoktur. İnsanların görüş ve inanç ayrılıklarını kökten çözümleyen bu son hükme karşı çıkmak mümkün değildir.

Yüce Allah eksiksiz bir bilgiye dayanarak hükmeder. Hiçbir sebebi, hiçbir kanıtı gözardı etmez. Davranış ve bilinç planında meydana gelen hiçbir hareket O'na gizli kalamaz. Gökte ve yerde olan her şeyi bilen O'dur. Herkesin hareketlerini ve niyetlerini bilgisiyle kuşatmıştır:

"Allah'ın gökte ve yerde bulunan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Bunların hepsi (O'nun katındaki) bir kitapta kayıtlıdır. Bu, Allah için kolay bir iştir."

Gökte ve yerde olan hiçbir şey yüce Allah'ın eksiksiz bilgisine gizli değildir. O'nun bilgisi, unutturan ve silen etkenlerden etkilenmez. Bu, her şeye ait bilgileri kapsayan, içeren bir kitaptır.

İnsan aklı, gökte ve yerde bulunan bazı şeyleri düşünmekle -yalnızca düşünmekte- gözlemlenebilen alemde ve vicdan aleminde yeralan bunca nesneyi ve şahısları, davranış ve niyetleri, düşünce ve hareketleri kuşatan Allah'ın ilmini tasavvur etmekte bile yetersiz kalır, acze düşer. Ama bütün bunlar, Allah'ın gücü ve ilmi karşısında gayet basit şeylerdir:

"Bu, Allah için kolay bir iştir."

Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerin kendi dosdoğru hayat sistemini tartışma konusu yapmalarına fırsat vermemesini emrettikten sonra, müşriklerin hayat sistemlerindeki yamukluğu, zayıflığı, bilgisizliği ve hakka zulüm etme savına dayanmışlıyı ortaya koyuyor. Bu yüzden onların Allah'ın yardımından ve desteğinden yoksun olduklarını, dolayısıyla zaferden yoksun kalacaklarını vurguluyor

71- Müşrikler, Allah'ı bir yana bırakarak haklarında hiçbir destekleyici delil indirilmemiş ve mahiyetlerine ilişkin hiçbir şey bilmedikleri sözde ilahlara tapıyorlar. Zalimler hiçbir destekçi bulamazlar.

Gücünü Allah'dan almadıktan sonra hiçbir rejimin, hiçbir kanunun gücü yaptırımı olmaz. Yüce Allah bir şeye kendi katından güç, kuvvet vermemişse o iş zayıftır, basittir. Gücün temel unsurlarından yoksundur.

Şu müşrikler de putlardan, heykellerden ya da insan veya şeytanlardan birtakım düzmece tanrılara kulluk ediyorlar. Halbuki bu düzmece tanrılara yüce Allah kendi katından hiçbir güç vermemiştir. Bu yüzden güçten yoksundurlar. Üstelik müşrikler bu düzmece tanrılara, kendilerini ikna eden bir bilgi ve kanıt sebebiyle de kulluk etmiyorlar. Sadece kuruntulara ve hurafelere uyuyorlar. Sığınabilecekleri bir yardımcıları da yoktur. Her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ın yardımından yoksundurlar.

Şaşırtıcı olan Allah'ı bir yana bırakıp kendilerine hiçbir güç, hiçbir yetki indirilmeyen varlıklara kulluk etmeleri ve bu konuda hiçbir bilgiye de sahip olmamalarına rağmen, hak çağrısına kulak vermemeleri, yapılan çağrıyı kabul etmek amacı ile düşünmemeleridir. Üstelik günahlarından dolayı gurura kapılmaları ve nerdeyse kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan kimsenin üzerine atılıp parçalayacak gibi olmalarıdır.

72- Kâfirlere açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda içlerinde kabaran öfkeyi ve nefreti yüzlerinden okuyabilirsin. Neredeyse ayetlerimizi okuyanların üzerlerine çullanacak gibi olurlar. Onlara de ki; "Size bu öfkenizden daha kötüsünü haber vereyim mi?: Cehennem ateşi! Allah onu kâfirler için hazırladığını bildirmiştir. Ne kötü bir akıbettir o!"

Onlar kanıta kanıtla karşılık vermiyorlar, delili delille çürütmüyorlar. Kanıt karşısında çaresiz kalınca, delile yenik düşünce kaba kuvvete, saldırganlığa başvuruyorlar. Bu, tağutların değişmez özelliğidir. Ruhlarında bir inatçılık vardır. Saldırgan bir karaktere sahip olurlar. Gerçek söze kulak vermezler, Çünkü onlar bu sözü kaba kuvvetle savunmaktan başka ellerinden bir şeyin gelmediğini çok iyi bilirler.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim onlara tehditle, azapla karşılık veriyor: "De ki; `Size bu öfkenizden daha kötüsünü haber vereyim mi?"
Bu inkarcı tavrınızdan, bu saldırgan karakterinizden, daha kötüsünü haber vereyim mi? "Cehennem ateşi." Bu, saldırganlığa ve inkarcılığa son derece uygun bir cevaptır.

Sonra yüce ufuklardan tüm insanlara yönelik, genel ve kulakları çınlatan bir duyuru yer alıyor. Düzmece tanrıların, insanların Allah'ı bir yana bırakıp ibàdet ettikleri tüm sahte tanrıların ne kadar zayıf oldukları duyuruluyor. Bunlar arasında şu zalimlerin yardım istedikleri, şu despotların dayandıkları düzmece tanrılar da yeralıyor. Bu düzmece tanrıların zayıflıkları gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu, somut bir örnekle duyuruluyor. Son derece canlı, hareketli gözlerin vé kalplerin rahatlıkla algıladıkları bir sahnede tasvir ediliyor.. Bu sahne, o düzmece tanrıların zayıflıklarını oldukça aşağılayıcı bir tarzda canlandırıyor. Bu haliyle sahne göz kamaştırıcı bir örnek niteliğinde beliriyor.

73- Ey insanlar, size bir örnek verildi, şimdi onu dinleyiniz: Allah'ı bir yana bırakarak yalvardığınız sözde ilahlar var ya, onların hepsi biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Buna karşılık eğer sinek onların vücudundan son derece küçük bir parça kapıp götürse onu, onun ağzından geri alamazlar. Demek ki kovalayan da aciz, kovalanan da!

Bu, evrensel bir çağrıdır. Gür sadalı bir duyurudur bu. "Ey insanlar."

İnsanlar bu çağrıya koşup taşlandıkları zaman genel bir örnekle karşı karşıya oldukları duyuruluyor. Bu, özel bir durum ya da beklenmedik bir münasebet değildir. "Size bir örnek verildi, şimdi onu dinleyiniz." Bu örnek bir yasa koyuyor, bir gerçeği vurguluyor.

"Allah'ı bir yana bırakarak yalvardığınız sözde ilahlar var ya, onların hepsi biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar." Allah'ı bir yana bırakıp da putlardan ve heykellerden, şahıs ve değerlerden ya da rejimlerden yalvarıp yakardığınız, Allah yerine yardım istediğiniz düzmece tanrıların tümü "Biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar."

Sinek küçücük zayıf bir yaratıktır: Ama bu düzmece tanrılar, biraraya gelseler birbirleriyle yardımlaşsalar bile bir sinek yaratamazılar. Bir sineği yaratmak, bir fiil, bir deve yaratmak gibi imkânsızdır. Çünkü sinek de o esrarengiz sırrı, hayat sırrını içermektedir. Bu bakımdan sineğin yaratılışının imkânsızlığı devenin ya da filin yaratılışının imkânsızlığı ile eşittir. Kur'anın olağanüstü ifade tarzı örnek olarak küçücük, zayıf sineği seçiyor. Çünkü bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir deveyi ya da fiili yaratamamanın verdiği eziklikten daha derin ve insan üzerinde daha büyük etki bırakır. Ama bu gerçek ayette doğrudan ifade edilmiyor. İşte bu da Kur'anın olağanüstü ifade tarzının göz kamaştırıcı örneklerinden biridir Ardından bu aşağılayıcı zayıflığı belirginleştirmek için daha geniş bir adım atılıyor.
"Buna karşılık eğer sinek onların vücudundan son derece küçük bir parça kapıp götürse onu onun ağzından geri alamazlar." İster put olsun, ister heykel olsun, ister şahıs olsun, bu düzmece tanrılar sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi geri alamazlar. Nice güçlü insanlar vardır ki, kendisini ısırıp kaçan sineğe engel olamazlar. Burada sinek özellikle seçilmiştir, çünkü küçücük ve zayıftır. Sinek aynı zamanda en tehlikeli hastalıkların mikrobunu taşıyan, insanın en değerli organlarını alıp götüren bir varlıktır. İnsanın gözlerini, organlarını, hayatı ve ruhları alıp götürür. Sinek, verem, tifo, dizanteri ve ophtalmi denen göz hastalığı mikrobunun taşıyıcısıdır. Bu zayıflığına ve küçüklüğüne rağmen insandan bir daha geri getirilmesi mümkün olmayan şeyleri alıp götürür.

Bu da Kur'anın olağanüstü ifade yönteminin kullandığı bir diğer gerçektir. Şayet "Bir yırtıcı hayvan onlardan bir şey kapıp götürseydi bunu geri alamazlardı" denseydi, bu ifade zayıflıktan çok güçlülüğü vurgulayacaktı. Sonra yırtıcı hayvan sineğin insandan alıp götürdüğü şeyden daha büyük şeyler kapıp götürmez. Ama gerçekten Kur'anın ifade tarzı olağanüstüdür.

Bu tasvirli ve canlı örnek şu değerlendirme ile bitiyor. "Demek ki kovalayan da aciz, kovalanan da."

Bu değerlendirme cümlesi verilen örneğin etkisini, gönüllere ve bilinçlere verdiği mesajı pekiştirmek amacı ile yeralıyor. Hem de en uygun şartlarda... Bilinçlerde düzmece tanrıların zayıflığı, onur kırıcı basitliği canlanmışken Allah, son derece kötü değerlendirmelerine yönelik kınayıcı bir üslupla, yüce Allah'ın dilediğini yapan gerçek gücü sunuluyor ve O'nun gerçek ilah olduğu vurgulanıyor.

74- Onlar Allah'ın ululuğunu gerektiği gibi kavrayamamışlardır. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve üstün iradelidir.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü onlar, biraraya gelseler bile bir sinek yaratamayacak olan güçsüz, zavallı düzmece tanrıları O'na ortak koşuyorlar. Bu düzmece tanrıların sinek yaratmaları bir yana, sinek kendilerinden bir şey kapıp götürse onu bile geri alamazlar.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Onlar yüce Allah'ı gücünün eserlerini, yarattıklarının sahip oldukları gözalıcı güzellikleri gördükleri halde, basit bir sineği bile yaratamayan kimseleri O'na ortak koşuyorlar.

Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ı bırakıp, sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi, geri almaktan aciz, çaresiz düzmece tanrılardan yardım istiyorlar.

Hiç kuşkusuz bu ifade, titreyip boyun eğmeye uygun bir ortamda bir gerçeği vurgulayan ve yerleştiren bir ifadedir. Burada yüce Allah'ın güçlü ve üstün olduğundan söz ediliyor ve O'nun peygamberlerine gönderdiği elçileri melekler arasından, insanlara gönderdiği elçileri de insanlar arasından seçtiği ve bu seçimin bir bilgiden, bir kudretten kaynaklandığı dile getiriliyor.

75- Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.

76- O, onların önlerindekileri (geleceklerini) de bilir, arkada bıraktıklarını (geçmişlerini) de. Olup biten her şeyin son mercii O'dur.

Meleklerin ve peygamberlerin seçimi her şeye gücü yeten, her şeyden üstün cenabı Allah'dan kaynaklanmaktadır. Her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün zat tarafından gönderilmiştir Hz. Muhammed. Kendisini seçen ve kendisini seçkin kılan her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan zatın verdiği bir yetkiyle gelmiştir. Şu zayıf çaresiz, beceriksiz ve gülünç düzmece tanrılara güvenip dayananlar onun gibi olabilirler mi?..

"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür." "O işitir, görür ve bilir.
"O, onların önlerindeki (geleceklerini) de bilir, arkada bıraktıklarını (geçmişlerini) de." Bu, kapsamlı ve eksiksiz bir bilgidir. Görülen-görülmeyen, uzak-yakın, hiçbir şey bu bilginin dışında değildir. "Olup-biten her şeyin son mercii O'dur.
Son hüküm O'nun elindedir. Egemenlik ve planlama O'nun tekelindedir.
Müşriklerin dini sembollerindeki temelsizliğin ve zayıflığın, ibadetlerdeki eksiklik ve bilgisizliğin ortaya çıktığı bu noktada, hitap müslüman ümmete yöneltiliyor ve davasının yükümlülüklerini yerine getirmesi, köklü ve sağlam hayat sistemine sağa sola sapmadan uyması isteniyor.

77- Ey insanlar, ruküa varınız, secde ediniz, Rabb'inize kulluk ediniz ve iyi işler yapınız ki, kurtuluşa ve mutlu sona eresiniz.

78- Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz. O sizi bu görevi yapmak üzere seçti. Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi. Atanız İbrahim'in dinidir bu. Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur'anda "müslüman" olarak adlandırdı. Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır. Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı bağlanınız. Sizin efendiniz, koruyucunuz O'dur. O ne güzel efendi ve ne güzel destekleyicidir!

Bu iki ayette yüce Allah'ın bu ümmet için belirlediği hayat sisteminin temel unsurları biraraya getiriliyor. Bu ümmetin yerine getirmesi zorunlu olan yükümlülükleri özetleniyor, kendisi için öngörülen mevki belirleniyor ve yüce Allah'ın dilediği sisteme uyduğu sürece geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğe doğru uzanmış kökleri sağlamlaştırılıyor.

Önce, mü'minlerin ruku ve secde etmelerine ilişkin emirle başlıyor ayetler. Bunlar namazda yeralan temel ve belirgin hareketlerdir. Namazı belirgin bir tabloya dönüştürmek için onun yerine ruku ve secde dile getiriliyor. Böylece namaz ifade içinde açık bir harekete dönüşüyor. Hareketli bir sahne, gözle görülen bir ibadet biçimi olarak çiziliyor. Çünkü bu tür bir ifade tarzı daha etkin ve duyguları harekete geçirme bakımından daha güçlüdür.

Ardından ibâdet etmeye ilişkin genel bir emir yeralıyor. Bu ise, namazdan daha kapsamlıdır. Çünkü Allah'a ibadet etmek, bütün farzları kapsar, bunun yanında kişinin Allah'a yöneldiği her davranışı, her hareketi, her iç yönelişi içine alır. Kalp Allah'a yöneldiği zaman insanın her hareketi hayatta ibadete dönüşebilir. Hatta insanın hayatın nimetlerinden aldığı lezzetler bile en ufak bir ilgi ile insanın iyilik hanesine yazılan ibadetlere dönüşür. Bu nimetleri veren Allah'ı anmaktan ve bu hareketle O'na itaat etmeye, o'na kulluk etmeye niyet etmekten başka bir şey yapması gerekmiyor. Bunu yapmakla her şey ibadete, sevap hanesine yazılan iyiliğe dönüşür. Aslında işin özünde bir değişiklik olmuş değildir. Değişen amaç ve niyettir.

Son olarak namaz ve ibadet şeklinde somutlaşan kul ile Allah arasındaki ilişkilere değinmenin ardından insanlar arası ilişkilerde iyiliğin gözetilmesine ilişkin genel kurallar yeralıyor. Belki kurtulurlar diye müslüman ümmete bu ilkeyi yerine getirmeleri emredilmektedir. Evet bunlar insanın kurtuluşunu sağlayan nedenlerdir. İbadet insanı Allah'a bağlar, böylece hayatı sağlam bir temele, sonuca götürücü bir yola dayanmış olur. İyilik yapmak da hayatın dengeli bir şekilde yürümesine, imân temeline ve niyetin temizliğine dayalı bir toplumsallığa, hayatın biçimlenmesine kaynaklık eder.

Müslüman ümmet, Allah'a bağlılığı ve hayatının dengeliliği bakımından bu düzeye ulaşınca, hem vicdanı, hem de hayatı doğru bir yön izler, dengeli bir nitelik kazanır. "Allah rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

Bu, ince genel ve kapsamlı bir ifadedir. Son derece önemli bir yükümlülüğü tasvir etmektedir. Bu yükümlülük, bunca meşakkati, bunca hazırlığı, bunca donanımı gerektirecek kadar önemlidir. "Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

Allah yolunda cihad, genel bir yükümlülüktür. Düşmanla cihadı, nefisle cihadı, kötülük ve bozgunculukla cihadı, hepsini birden kapsar. "Allah'ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz."

O bu önemli emaneti yüklenmeniz için sizi tercih etti. Kulları arasında bu görev için sizi seçti: "O sizi bu görevi yapmak üzere seçti.

Bu seçim sorumluluğu daha da arttırmaktadır. Bu görevi boş vermeye, bu sorumluluktan kaçmaya imkân bırakmıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği bir lütuftur. Bu lütfa, şükrederek, görevlerini gereği gibi yerine getirerek karşılık vermeleri gerekir.

Bu yükümlülük Allah'ın rahmeti ile kuşatılmıştır. "Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi."

Bu dinin öngördüğü tüm yükümlülüklerde, yerine getirilmesini istediği tüm ibadetlerde, belirlediği tüm kanunlarda insanın fıtratı ve gücü gözönünde bulundurulmuştur. Bütün bunlar insanın fıtratına cevap verecek nitelikte olmaları, insanın enerjisini harekete geçirecek mahiyette olmaları, bu enerjiyi kalkınma ve yükselmeye yöneltecek özelliklere sahip olmaları, insanın enerjisini sıkıştırılmış buhar gibi hapsetmemeleri ya da ne yaptığını bilmez hayvanlar gibi başıboş salıvermemeleri gözönünde bulundurulmuştur.

Bu sistem insanlığın geçmişinin derinliğine kök salmış, sağlam bir sistemdir. Bu sistem geçmişle şimdiki zamanı birbirine bağlar. "Atanız İbrahim'in dinidir bu."

Bu, tevhid kaynağıdır. Halkaları Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- döneminden bu yana birbirine bağlı olarak sürüp gelmektedir. Bu bağlılık hiçbir yerde kesilmez. Hz. İbrahim'den sonra gelen peygamberler arasındaki boşluklar gibi inancın işaretlerinin kaybolduğu boşluklar bu bağlılığın kopmasına neden olmaz.

Yüce Allah bu muvahhid (yani Allah'ın tek ilah olduğunu kabul eden) ümmeti müslüman diye adlandırmıştır. Bu ümmeti daha önce de böyle adlandırmıştır, Kur'anda da böyle adlandırmıştır.

"Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur'anda `müslüman' olarak adlandırdı." İslâm, yüz ve kalbin tek ve ortaksız olan Allah'a teslim olması demektir. Müslüman ümmet, kuşaklar boyu, gelmiş geçmiş peygamberler ve gönderilen dinlerden bu yana hep bir sisteme uymuştur. Bu durum Hz. Muhammed'in salât ve selâm üzerine olsun- ümmetine, emanetin ona teslim edilmesine, insanlığın önderliğinin onun eline verilmesine kadar sürmüştür. Böylece yüce Allah'ın dilediği şekliyle bu ümmetin geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği birbirine bağlanmıştır.

"Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır." Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu ümmete şahitlik etmektedir, onun hareket metodunu ve yönelişini belirlemektedir, doğrusunu, yanlışını belirlemektedir. Bu ümmet de aynı şekilde diğer insanlara şahitlik etmektedir. Bu da, peygamberinden sonra insanlığı yönetmesi, şeriatının öngördüğü ölçülerle onlara önderlik etmesi, onları eğitmesi, evren ve hayat hakkındaki düşüncelerini şekillendirmesi anlamına gelir. Kuşkusuz bu da ancak, köklü, sağlam bağlarla geçmişe bağlı ve Allah tarafından seçilmiş sistemlerine güvenmeleri ile mümkün olur.

Kuşkusuz bu ümmet, bu ilahi sisteme sarıldığı ve pratik hayatında uyguladığı sürece insanlığa önderlik yapmıştır. Ama bu sistemden saptığı ve yükümlülüklerini yerine getirmediği zaman yüce Allah onu önderlik makamından, kafilenin sonunda kuyrukluk düzeyine indirmiştir ve halâ da öyledir. Yüce Allah'ın kendisi için seçtiği bu sorumluluğu yeniden yüklenmediği sürece de hep böyle kalacaktır.

Bu sorumluluk düşünce ve hareket yoğunluğunu, her türlü hazırlığı gerektiren bir sorumluluktur. Bu yüzden, Kur'an namaz kılmalarını, zekât vermelerini, Allah'a sarılmalarını emrediyor.

"Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı bağlanınız. Sizin efendiniz, koruyucunuz O'dur. O ne güzel efendi ve ne güzel destekleyicidir!" Namaz, güçsüz ve fani kişinin güç ve azığın kaynağına bağlanmasıdır. Zekât da toplumu birbirine bağlamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarını giderip bozgunculuğu önleyen bir işlevi yerine getirmektedir. Allah'a sarılmak ise, kul ile Rabb arasındaki kopmak nedir bilmeyen sağlam bir kulptur.

Bu hazırlıklar sayesinde bu ümmet yüce Allah'ın kendisi için seçtiği insanlığa önderlik görevini yerine getirebilir. İnsanların yeryüzündeki gücün kaynağı olarak bildikleri maddi enerji ve zenginlik kaynaklarından kaynaklanabilir. Kur'an-ı Kerim müslüman ümmetin bu özelliğini kulak ardı etmiyor, tersine onu bu göreve hazırlanmaya çağırıyor. Ama, tükenmez güç, enerji ve azıkları toplaması şartıyla. Bütün bunlara ancak Allah'a inananlar sahip olabilirler, bunlarla hayatı iyiliğe, doğruluğa ve yüceliğe yöneltirler.

Bu ilahi sistemin değeri, insanlığı adım adım şu yeryüzünde kendisi için belirlenen kemal olgunluk düzeyine doğru götürmesindedir. Hayvanlarda olduğu gibi insanlığı sırf birtakım lezzetlere ve nimetlere yöneltmekle yetinmez.

Kuşkusuz yüce insanlık değerleri maddi hayatın yeterliliğine dayanırlar, ama bu ilk basamakta durmamalıdırlar. Aynı şekilde İslâm insanlık için dosdoğru önderliğin himayesinde, Allah'ın sistemine dayalı, O'nun gölgesinde dengeli bir hayat öngörmektedir.

HAC SURESİNİN SONU .

Fizilalin Kuran.

Şeytanın Tuzakları

Peygamberleri aracılığı ile insanlara sunduğu mesajını yalanlayanların yalanmalarından, fonksiyonun yerine getirmesin diye yoluna barikat kuranların barikatlarından, engelleyenlerin engellemelerinden koruyan Allah, onu şeytanın komplosundan, peygamberlerin beşeri özelliklerinden kaynaklanan eğilimlerini kullanarak ona müdahale etme girişimlerinden de korur... Peygamberler şeytanın hilelerine karşı korunmuşlardır. Ne var ki, onlar da insandırlar. Davalarının çabuk yayılması, kısa zamanda zafere ulaşması, yolundaki engellerin bertaraf edilmesi gibi istekler uyanabilir içlerinde. İşte şeytan bu istekleri kullanarak davet hareketini temel prensiplerinden ve ölçülerinden uzaklaştırma girişimlerinde bulunur. Ama Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır, davasını korur, peygamberlerine davasının temel prensiplerini ve ölçülerini gösterir, ayetlerini tutarlı ve anlaşılır kılar, davanın değerlerine ve ölçülerine ilişkin tüm kuşkuları bertaraf eder.

52- Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerini mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında gidererek arkasından ayetlerini pekiştirdi. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

53- Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır.

54- Diğer bir amaç, kendilerine bilgi verilenlerin, Kur'anın Rabb'inin gönderdiği bir gerçek olduğunu anlayarak ona inanmaları, ona karşı yürekten saygı duymalarıdır. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola iletir.

Bu ayetlerin indiriliş nedenlerine ilişkin birçok rivayet vardır. Birçok tefsir bilgini de bu rivayetlere değinmiştir. Bu konuda İbn-i Kesir, tefsirinde şöyle der: Bu rivayetlerin tümünün rivayet zincirinde bir kopukluk var. Rivayet zinciri açısından sahih olanına rastlamadım. Kuşkusuz en iyisini Allah bilir."

Bu rivayetler arasında en ayrıntılısı ise, İbn-i Ebi Hatem'in rivayetidir. Şöyle der İbn-i Ebi Hatem. "Bana Musa b. Ebu Musa el-Kufı anlattı, ona da Muhammed b. İshak eş-Şibi anlatmış, ona da Muhammed b. Felic Musa b. Ukbe'den, o da İbn-i Şihab'dan anlatmış: Necm suresi indiği zaman, müşrikler şöyle diyorlardı: Eğer bu adam tanrılarımızı iyilikle anacak olursa, biz de onu ve arkadaşlarını sakince dinleriz. Ne var ki, o dinine karşı çıkan yahudi ve hristiyanlara bizim tanrılarımızı kötüleyip dil uzattığı gibi sataşmıyor." Arkadaşlarının uğradığı eziyetler ve müşriklerin yalanlamaları Peygamberimize -salât selâm üzerine olsun- ağır geliyordu. Müşriklerin sapıklıkta direnmelerine de üzülüyordu. Bu yüzden doğru yolu bulmalarını çok istiyordu. Yüce Allah Necm suresinde şöyle buyurmuştu:

"Gördünüz mü o Lât ve Uzza"yı ve üçüncüleri olan öteki put Menat'ı? Demek erkek size, kadın Allah'a mı? (Necm Suresi, 19-21)

Yüce Allah bu putlardan söz ederken şeytan da şöyle bir söz söyledi:

"Kuşkusuz onlar ulu kuğulardır. Onların aracılığı umulur."

Bu sözler şeytanın düzmesi, onun bir şaşırtmacasıydı. Bu sözler derhal bütün Mekkeli müşriklerin kalplerinde yer etmişti, dilden dile dolaşıyordu. Bununla birbirlerini müjdeliyorlardı. "Muhammed ilk dinine, kavminin dinine döndü" diyorlardı. Peygamberimiz -salât selâm üzerine olsun- Necm suresinin sonuna gelince secdeye gitti. Onunla birlikte orada bulunan bütün müslümanlar ve müşrikler de secdeye gittiler. Ama önde gelenlerden Velid b. Mugire secdeye gitmedi. O da avucuna toprak doldurup ona secde etti. Her iki grup da, toplulukların Hz. Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte secdeye kapanmasına şaşırıyordu. Müslümanlar ise, müşriklerin inanmadıkları, ikna olmadıkları halde secde etmelerine bir anlam verememişlerdi.

Müslümanlar, şeytanın müşriklere duyurduğu sözleri işitmemişlerdi. Müşrikler şeytanın kendilerine duyurduğu bu sözlerle peygamberin kendilerine eğilim gösterdiğini sanmışlardı. Yine şeytan onları, bu sözleri Hz. Peygamberin sure içinde okuduğuna inandırmıştı. Onlar da tanrılarına saygılarını ifade etmek için secdeye gitmişlerdi. Bu sözler kısa sürede halk arasında yayılmıştı. Şeytan Habeşistan'a, orada bulunan müslümanların kulağına kadar götürmüştü bu sözleri. Osman b. Ma'zun ve arkadaşları, Mekkeliler'in topluca müslüman olduklarını, peygamberle birlikte namaz kıldıklarını duymuşlardı. Velid b. Muğire'nin de avuçlarına doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını haber almışlardı. Bu yüzden beklemeden Mekke'ye geri dönmüşlerdi. Ama yüce Allah şeytanın sözlerini geçersiz kılmış, silip atmış, ayetlerini sağlamlaştırmıştı. Onları bu furyadan korumuştu.

"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında giderek arkasından ayetlerini pekiştirirdi. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

"Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır."

Yüce Allah, hükmünü bildirip şeytanın uydurması olan sözleri silince müşrikler tekrar eski sapıklıklarına dönüp yeniden müslümanlara düşmanlık yapmaya başladılar, onlara baskı yaptılar..."

İbn-i Kesir der ki; İmamı Beğavi, İbn-i Abbas'ın ve Muhammed b. Ka'b el Kurezi'nin bir de onların dışındakilerin sözlerinden oluşan bir grup rivayeti derledikten sonra şu soruyu yöneltir: Yüce Allah peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- yanılmazlığını (masumluğun) garantilemiş olmasına rağmen böyle bir şey nasıl olabilir? Sonra insanların bu soruya verdikleri cevapları aktarır. Bunlara göre, bu sözleri şeytan müşriklerin kulaklarına fısıldamıştır. Onlar da bu sözleri Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- söylediğini sanmışlardır. Oysa mesele kesinlikle böyle değildir. Bu şeytanın bir telkiniydi... Peygamberimizden kaynaklanmıyordu. Her şeyin en iyisini Allah bilir.

Buhari, İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Onun arzusuna yani konuştuğu zaman şeytan onun sözlerine kendi sözlerini karıştırır. Allah da şeytanın sözlerini siler.

"Ayetlerini pekiştirir.

İbn-i Cerir (Temenna" (arzuladı) "Telâ" (okudu) anlamına alır ve "Bu sözün en yaklaşık yorumu budur" der!

İşte, Garanik (Kuğular) hadisi olarak bilinen rivayetlerin özü bundan ibarettir... Bu hadis, senet zinciri açısından dayanaksızdır. Hadis bilginleri "Bu hadisi, sahih hadisleri biraraya getiren hiçbir rivayet zinciri ile de rivayet etmemiştir" derler. Ebubekir el-Bezzar: "Bu hadisi, sözünü etmeye değer güvenilir ve kesintisiz bir rivayet zinciri ile Peygamberimizden aktaran birini bilmiyoruz" der. Ayrıca bu hadis, konu itibariyle de İslâm inancının temel özelliklerinden biri olan peygamberin masumluğuna -yanılmazlığına- da ters düşmektedir. Çünkü peygamber, Allah'tan aldığı mesajı insanlara duyururken şeytanın bu mesaja kendi sözlerini karıştırma girişimlerinden korunmuştur.

Oryantalistler ve bu dine dil uzatanlar bu hadisi dillerine dolamış, her tarafa yaymışlardır. Çevresinde bir laf kalabalığı oluşturmuşlardır. Ama bu sözlerin hiçbiri tartışılacak tutarlılıkta değildir. Daha doğrusu tartışına konusu edilmeleri bile doğru değildir.

Üstelik ayetlerin kendisi de böyle bir şeyin ayetlerin nüzul sebebi oluşunu ihtimal dışı bırakmakta ve bu ayetlerin Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- sınırlı tek bir olaya işaret ediyor olmasını çürütmektedir. Çünkü ayetler bunun, tüm peygamberleri ve onların üstlendikleri peygamberlik görevini kapsayan genel bir kural olduğunu vurgulamaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı. Fakât Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında gidererek arkasından ayetlerini pekiştirirdi."

Şu halde bununla, birer insan olmaları nedeniyle bütün peygamberler arasında ortak olan ve fakat peygamberler için öngörülen masumluk -yanılmazlık sıfatı ile çelişmeyen bir niteliğe dayalı genel bir hususun kastedilmiş olması gerekir.

Allah'ın yorumu ile yapmaya çalıştığımız açıklama budur. Ama ne istediğini en iyi Allah bilir. Biz sadece beşeri kavrama yeteneğimiz oranında onun sözlerini yorumlamaya çalışıyoruz.

Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- ilahi mesajı (risalet) insanlara duyurmakla görevlendirildikleri zaman, en çok istedikleri şey, insanların bu çağrının etrafında toplanmaları, Allah katından kendilerine sunulan bu iyiliği kavrayıp ona uymalarıdır. Ne var ki, davetin önünde birçok engel vardır. Peygamberler birer insandırlar ve yaşama süreleri de sınırlıdır. Bunu algılıyorlar, biliyorlar. Bu yüzden insanların en kestirme yoldan çağrılarına koşmalarını içtenlikle isterler. Örneğin insanların terk edemedikleri gelenek ve göreneklere, atalarından miras kalan alışkanlıklara bir süre ses çıkarmamayı isterler. Böylece onların doğru yola girebileceklerini umarlar. Doğru yola geldikten sonra onları bu terkedilmesi güç alışkanlıklardan vazgeçirmek kolay olur diye düşünürler. Örneğin içlerinde İslâma eğilim duygusunu uyandıracak şekilde insanlara himayeci bir yaklaşımla gereğinden fazla üzerlerine düşüp onları kayıracak olurlarsa, aşamalı olarak onları inanç sisteminin bütününü kabullenmeye götüreceklerini düşünürler. Bundan sonra sağlıklı bir eğitim sürecinden geçecek olurlarsa, eski alışkanlıklara olan eğilimlerini bir kenara bırakacaklarını ümid ederler.

Davanın yayılması ve zafere ulaşmasına ilişkin bu gibi beşeri istek ve eğilime benzer daha neler isterler neler! Bu istekleri yüce Allah'ın kendi davasının eksiksiz temelleri doğrultusunda, duyarlı, titiz ölçüleri uyarınca hareket etmesini, bundan sonra dileyenin mü'min, dileyenin de kâfir olmasını öngören iradesini açıklayana kadar sürer. Çünkü davanın her şeyi her yönüyle değerlendiren ilahi ölçüdeki gerçek değeri, insanların eksik ve yanlış değerlendirmelerinin çok üstündedir.

Davaya mensup kişiler daha yolun başında iken bozguna uğrasalar bile davet hareketi kendisi için belirlenen bu prensiplere göre ve bu ölçüler uyarınca yoluna devam etmelidir. Davanın prensiplerine ve ölçülerine sıkı sıkıya sarılmak, onlara kararlı bir şekilde ve titizce uymak bu kişilerin ya da onlardan daha hayırlı olanların eninde sonunda davaya bağlanmalarının garantisidir. Böylece dava sağlam ve yıpranmamış bir örnek olarak kalıcılığını sürdürür, sağa sola yalpalamadan, hiçbir eğrilik göstermeden dosdoğru yoluna devam eder.

Şeytan, insanın yapısından kaynaklanan bu doğal istekleri, ayrıca bu isteklerin fiili tercümanı konumunda olan kimi davranış ve sözler aracılığı ile, davaya komplo kurmak, onu temelden değiştirmek ve onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak için iyi bir fırsat bulur. Ama yüce Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır, sergilenen davranışlar ya da söylenen sözler hakkında kesin ve çözüme bağlayıcı hükmünü verir. Peygamberlere de yüce Allah'ın çözüme bağlayıcı, kesin hükmünü insanlara açıklamaları, ayrıca davanın yayılması hakkında görüş bildirirken yaptıkları hataları da açıkça duyurmaları yükümlülüğünü getirir. Nitekim Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kimi davranışlarında ve kimi eğilimlerinde böyle yanılgılar olmuş, yüce Allah da bunları Kur'an-ı Kerim'de açıkça duyurmuştur...

Bu şekilde yüce Allah şeytanın komplosunu boşa çıkarır ve ayetlerini açık ve tutarlı olarak ortaya koyar. İzlenmesi gereken doğru çizgi hakkında kafalarda bir kuşku bırakmaz.

"Allah,, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

Ama kalplerinde münafıklıktan ve sapıklıktan kaynaklanan bir hastalık bulunanlar, bir de inatçı kâfirlerden katı kalpli olanlar böylesi durumları tartışma, demogoji ve gruplaşmalar için malzeme yaparlar.

"Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır."

Bilgi ve marifet verilmiş kimselere gelince, onların kalpleri yüce Allah'ın açıklaması ve çözüme bağlayıcı hükmü ile yetinir, tatmin olur:

"Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola iletir."

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında ve İslâma davet hareketinin tarihinde bunun gibi birçok örnek görüyoruz. İmam İbn-i Cerir'in -Allah rahmet etsin- de işaret ettiği olay ise bu konuda herhangi bir yorum yapmamıza gerek bırakmamaktadır.

En güzel örneği İbn-i Ümmü Mektum'un -Allah ondan razı olsun- kıssasında görüyoruz. Bu gözleri görmez, bu yoksul adam geliyor Hz. Peygamberin yanına ve şöyle diyor: "Ey Allah'ın peygamberi, Allah'ın sana öğrettiği şeyleri bana da oku, bana da öğret." Bu sözleri birkaç kere tekrarlıyor. Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada Velid b. Mugire ile ilgileniyor, onun İslâma gelmesini sağlamaya çalışıyordu. Yanında da Kureyş'in ileri gelenleri vardı. İbn-i Ümmü Mektum da Hz. Peygamberin bu işle ilgilendiğini bilmiyordu. En sonunda Hz. Peygamber ısrarlarına karşı sıkılır, yüzünü asarak ona sırtını çevirir. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirir ve bu ayetlerle Hz. Peygamberi bu davranışından dolayı çok sert bir dille azarlar.

"Surat astı ve döndü, kör geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini öğüte muhtaç görmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah'dan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, olmaz böyle şey, bu Kur'an bir öğüttür, dileyen onu düşünüp öğüt alır. (Abese Suresi, 1-12)

Bununla yüce Allah İslâma çağrı hareketini, ince ölçüleri ve gerçek değerleri üzerine oturtmuştur. Peşlerinde giden halk yığınları da İslâma girerler diye, Kureyş önderlerinin doğru yolu bulmalarına ilişkin peygamberinin içinden gelen arzunun neden olduğu yanlış uygulamayı da düzeltmiş ve şu gerçeği vurgulamıştır: Davanın, özenle belirlenmiş prensipleri doğrultusunda şaşmadan hareket etmesi şu ileri gelenlerin müslüman olmasından daha önemlidir. Böylece şeytanın bu gedikten inancın temellerine nüfuz etmesine ilişkin planlarını altüst etmiş, ayetlerini sağlam ve tutarlı bir şekilde açıklamıştır. Mü'min gönüllerdeki huzursuzluk da bu açıklama ile dinmiştir.

Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu olaydan sonra İbn-i Ümmü Mektum'a -Allah ondan razı olsun- Büyük değer vermiş ve her gördüğünde "Rabb'imin beni azarlamasına neden olan kişi hoş geldin" der ve "bir isteğin var mı?" diye sorarmış. İki defa da kendi yerine Medine'de onu görevli bırakmıştır.

Böyle bir olayı da İmam Müslim sahih hadisleri derlediği kitabında aktarır: Bize Ebubekir b. Ebu Şeybe anlattı, ona da Muhammed b. Abdullah el-Esedi İsrail'den, o da Mikdam b. Şureyh'den, o da babasından, Sa'd b. Ebu Vakkas'ın şöyle dediğini anlatmış:

Bir ara altı kişi birlikte Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunuyorduk. Müşrikler Peygamberimize "Şunları yanından kov ki, bize karşı gelme cüretinde bulunmasınlar" dediler. Sa'd diyor ki, o sırada, Peygamberimizin yanında bulunan altı kişiden biri ben, biri İbn-i Mes'ut, Huzeyl kabilesinden bir adam, Bilal ve bir de ismini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- içinde yüce Allah'ın geçmemesini dilediği düşünceler geçti ve bu önerilerini benimser gibi oldu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

"Sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma." (En'am Suresi, 52)

Böylece yüce Allah davanın kendine özgü değerlerle ve ince ölçüleri doğrultusunda hareket etmesini sağlamıştır. Açılan bu gedikten inancın temellerine nüfuz etmeye ilişkin şeytanın planlarını altüst etmiştir. Bu gedik, Kureyş'in ileri gelenlerinin, Peygamberin yanına gelirlerken şu fakirler, yanında bulunmasınlar diye belirttikleri isteklerini yerine getirmeye yönelik beşeri bir eğilimin varlığında somutlaşmıştı. Oysa davanın değerleri bu ileri gelenlerden, müslüman oluşları ile birlikte binlerce insanın müslüman oluşundan, davanın yayılmasında onlarla güç kazanmasından daha önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber de bunu istemişti. Ama Allah gerçek güç kaynağının ne olduğunu en iyi biliyordu. Bu da hiçbir şahsın arzusuna ya da geçerli bir töreye aldırış etmeksizin belirlenen yolda dosdoğru yürümekti.

Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- halasının kızı Zeynep binti Cahş -Allah ondan razı olsun- ile ilgili mesele az önce sunulan iki örneği destekler mahiyette ve aynı amaca yöneliktir. Hz. Peygamber Zeyneb'i, Zeyd b. Harise ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Peygamberimiz, Hz. Zeydi peygamberlikten önce evlad edinmişti. Bu yüzden Zeyd'e "Zeyd b. Muhammed" denirdi. Yüce Allah bu bağlılığı bu soya katımı kesmek istedi. Bu nedenle, "Evlatlık edindiklerinizi babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah'ın yanında daha adaletlidir" (Ahzab Suresi, 15) buyurdu. Yine şöyle buyurdu:

"Allah evlatlıklarınızı da sizin öz oğullarınız kılmadı." (Ahzab Suresi, 4)

Hz. Zeyd, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- en sevdiği insanlardan biriydi. Bu yüzden, onu halası kızı Zeynep bint Cahş'la evlendirmişti. Ama bu evlilik yürümedi, birlikte hayatlarını sürdüremediler. Cahiliye döneminde Araplar evlatlık edinen kişinin evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesini uygun görmezlerdi. Yüce Allah bir insanın babasından başkasına nispet edilmesini geçersiz saydığı gibi bu geleneği de geçersiz kılmıştır. Bu amaçla Zeyd boşadıktan sonra Zeyneb'i kendisiyle evlendireceğini, böylece bu geleneği yıkacağını peygamberine bildirmiştir. Ne var ki, Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kendisine haber verdiği şeyi saklıyordu. Her ne zaman Zeyd, kendisine Zeynep'le beraberliğinin zorluğunu şikayet ediyorsa "Karını bırakma" diyordu. Bu sözleri ile, Zeyd boşadıktan sonra Zeynep'le evlenmesinden dolayı halktan gelecek olumsuz tepkiyi gözönünde bulunduruyordu. Bu amaçla yüce Allah'ın açığa çıkmasını takdir ettiği olayı Zeyd eşini boşayana kadar içinde sakladı. Bunun üzerine yüce Allah bu konuda vahiy göndererek, Hz. Peygamberin içinden geçenleri, açıklamış ve bu konudaki hükmünün dayanmasını istediği temelleri vurgulamıştır.

"Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine nimet verdiğin kimseye; "Karını bırakma, Allah'dan kork" diyordun, fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahlâdık ki, evlatlıkları, kadınları ile ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın buyruğu her zaman yerine getirilmiştir." (Ahzab Suresi, 37)

Hz. Aişe, -Allah ondan razı olsun- "şayet Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kendisine vahyettiği herhangi bir şeyi gizleseydi "Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi" ayetini gizlerdi" derken doğruyu söylüyordu.

Yüce Allah şeriatını bu şekilde uygulamış, böyle sağlamlaştırmıştır. Evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesine ilişkin toplumdan gelecek olumsuz tepkiden dolayı peygamberinin kafasını meşgul eden şeyleri ortaya çıkarmıştır. Şeytanın bu gediği kullanarak kargaşa çıkarmasına imkân vermemiştir. Kalplerinde hastalık bulunanları, kalpleri taşlaşmış olanları; bu olayı tartışma ve demogoji malzemesi olarak kullanıp durmak üzere kendi hallerinde bırakmıştır.

Fizilalil Kuran

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    5 ay önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    9 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    14 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    15 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    15 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    15 yıl önce

Dini Bilgiler (Soru Cevaplı) UYGUN YORUMLAR YAPINIZ